Mutsuz Sirk Palyaçolarına Benden Selam Söyleyin... Gökçehan Daçe

Gerçek...

birlikte duruyoruz uçurumun kenarında
birlikte dönüyor başımız
uzak iklimlere yağan yağmurlardandır ıslanmamız
yakınımızda duran gerçek
kendi uzaklığımız


su temizse kendini temizler önce
kirliyse önce kendini kirletir
taş suya düşünce
kendi halkalarıyla buluşur kendinde


içine düştüğümüz tuzak
önceden yazılan öykümüz

seçemediğimiz öyküdür yaşamak...
bundandır küskünlüğümüz


Baskın Kara

Aç mısın kardeşim, gel olanı bölüşelim,
Ama şiirlerimle seni doyuramam ki;
Ta, yıldızlara değin uzansa bile elim,
Daha ötelerine, daha...buyuramam ki.

İnsanı insan diye sevmişim, hep severim;
Ve onu tanrılara karşı bile överim.
Ben bütün bir evreni sevmişim; alın terim
Var evrende; öz, üvey diye ayıramam ki.

Güzellikleri alır satarım, gelişim bu.
Güzel tellalıyım ben; alan var mı? neşem bu.
Güzel'le yüceltirim insanlığı, işim bu,
Çirkini, kabayı ve hamı kayıramam ki.

İnsanoğulluğunu kulluk diye almışın!
Düşüncenin orakla biçilmesine karşın
Bir geleceğin dulda düşlerine dalmışın;
Bu derin aldanıdan seni uyaramam ki.
Kim zafere erecek? Zafer ne? Bir akşamda
Güneşi bağlamaksa geceye karşı, ya da
Haykırmaksa, gür... varım, bir güldür açan, ama
Kini bir hançer gibi kından sıyıramam ki.

Hep Tanrı mı gerek, ey tapınağı dünyanın,
Özgürlükler üstünde?... Bir yüce aramanın
Yıldızsal kulesinden sesleniyorum: kalkın!
Duyuramam ki ama beni, duyuramam ki...


Ahmet Muhip DRANAS

Düş Yürek...

Düş yürek zaman ağacından, düşün yapraklar
bir vakitler güneşin kucakladığı
donmuş dallardan
düşün apaçık gözlerden dökülen yaşlar gibi.

Gün boyu uçuşsa da saçlar rüzgârda
yanık alnında yer tanrısının
bastırır yumruk gömleğin altında

Bulutlar ince sırtlarını sana
bir kez daha iğseler de yumuşama;
önemseme Hymettos senin için
bir kez daha doldursa da petekleri.

Azdır çünkü çiftçiye kurakta tek bir sap,
azdır bir yaz bizim yüce soyumuz için.

Ya nedir yüreğinin kanıtladığı?
Dün ile yarın arasında sallanır durur
sessiz ve yaban;
vuruşları
vuruşları
düşüşüdür zamandan.



Ingeborg BACHMANN


Çeviren: Kundeyt ŞURDUM

Geyikli Gece...

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabanî uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üst üste üst üste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ortamında
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum

Yalnızlar Palas...

Sizlere bu satırları Yalnızlar Palas’ın ıssız alt koridorunun sol arka odasından yazıyorum. Kurşun kalemle, mektup kağıdına. Belki o yüzden düşünerek ve ağır ağır. Tehlikeli sulara girme teşebbüsündeyim.
Aslına bakarsanız “Siz bu satırların okurken muhtemelen ben çok uzaklarda olacağım” diye başlayan bir girişi tercih ederdim. Olmadı bakın. Bir dahakine...

Beraberliğin kamusallaştırdığı ve hatta yerel belediyeler ile zapturapt altına alınıp beyaz gelinlikler ve imzalarla taçlandırıldığı bir dünya düzeninde Yalnızla Palas zannedildiği gibi çok revaçta değil elbet. Ama genel geçer önyargıların ve söylencelerin tersine korkutucu bir yerde değil. İnanın. Şu yalnızlar koridorunun pek çok odasının boşalmasının ve çok az sakininin burayı kendine yurt seçmesinin elbette farklı nedenleri vardır. Ama bunu da sormayalım isterseniz. Tek tek cevapsız bakışlarla karşılaşmanın lüzumu yok.

Yalnızlar Palas’tan çıkıp etrafımı şöyle bir kolaçan edeyim, bir örnek çift, uzun süreli bir aşk hikayesi bulayım şu palası bırakıp yeni bir eve taşınayım, diyeceğim diyemiyorum da. Bir tane de mi olmaz... Yok yok yok...

Biz bu palasın mahkumu muyuz, konuğu mu şaşırdım. Her çift kişilik hikayede mutsuz bir son gizli. Ya da mutsuz sona giden gizli bir yol hikayesi...

Aşk’ın sonu var. Ne yazık ki! Bitiyor işte. Biliyorsunuz... Sonrası bildik hikaye... Boynu bükük tek kişilik sinema seansları, kahve altı kitap okumaları ve bol kepçe yalnızlar lokantasından tek kişilik teselli avuntuları.

“İçinizdeki çocuk” hikayesi de eskidi. Ve büyüdük. Geçtiğimiz yıllarda yanılmıyorsam Bağımsız Filmler Festivali’ne gelen “Varyag Erkekler Korosu”nun ilk yarısı sonrasında darallardan daral seçip çıkmak üzere iken beyazperdede beliren o 65’lik yalnız alkoliğin sözleri geliyor aklıma: 65 yaşında her şeyini kaybetmiş bir ayağı eşikte duran bir alkolik hayat süzgecinden elediği o cümleyi geveliyordu: “Artık kendimi büyüdüğüme inandırmalıyım.” Evet inandırmalı. Siz de inandırmalısınız. Ben de inandırmalıyım. İçinizde çocuk da sizinle beraber büyüyor. Büyüdü.

Yani dayanacak birini bulamıyorsunuz o bile yok. O bile... bir tek siz. Ürkütücü bir gerçekle karşı karşıyasınız işte... Yalnızlık üşütüyorsa kendi kendinize sarılacaksınız. Ya da Zatüre...

Ama korkmayın tedavi masrafları müessesemiz tarafından üstlenilmektedir. Adresiniz belli: YALNIZLAR PALAS.

Palasımız, yalnızlığımız pek çok ziyaretçiyi kabul ediyor. Ama durmak, tutunmak zordur yurdumuzda. Kolay sıkılır insan. Güçsüzdür hayat karşısında. Tek başına idare etmek zordur bu palasın koridorlarında. Herkes birine muhtaç. Birbirine... Bu güçlüye, çoğu zaman da bir güçsüze... Yol gösteren bir koltuk değneği herkes birbirine...

Terazinin bir kefesinde yeni bir insan, yeni bir deneme yeni bir hayal kırıklığı var, diğer kefesinde çift kişilik bir yalan dünya.

Ne kadar çok çift kandırıyor birbirini, ne kadar çok çift kokuyor yalnızlıklarından. Karanlık bir gecede önlerini kesmesinden yalnızlıklarının, bir gece evde otururken ‘naparım ben benimle bir başa’ demekten. Naparsınız siz bir gece vakti evde tek başınıza kalırsanız nasıl baş edersiniz kendinizle. Nasıl kalırsınız başbaşa kendi başınıza...

Herkesin cevabı kendine. Neyse...

Satırlarıma son verirken yalnızlığınızın gözlerinden muhabbetle öpmek isterdim ama biliyorum yalnız değilsiniz. Ne kadar da kalabalıksınız. Ne kadar da sıkıcı.

Bana yazma isterseniz yerim yurdum belli benim, alt ıssız koridor soldaki son oda, Yalnızlar Palas...

Yalnızlığınızı yazın ama.

Mektup kağıdına. Sabırla...
Cüneyt Özdemir

Karda İzler...

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün
Bir uçurum kıyısında vursunlar beni ki dünya
Uğuldayıp duran bir uçurum değil miydi zaten

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün

Adımı yazıyorum kar üstüne ve ıslığını çığlık
Gibi incelterek yetişiyor ardımdaki tipi bana
Siliyor adımı bir dal kırarak çam ormanından

Geçmişim kar sessizliğiyle özetleniyor artık
Anılarım buz tutmuştur aşklarım kar yangını
Ömrüm parmak uçlarımda eriyen bir kar tanesi

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün

Kar yağıyorken milyon bekerel hüzün yağıyordur
Derim ki kar ve hüzün bir aşkın seyir defteridir
Yolculuklar ve ayrılıklarla anlatılabilir ancak

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün
Bir uçurum kıyısında vursunlar beni,vursunlar
Bir kahkahayla çekip giderim karlı ovalardan

Şairler vurulmalıdır,hayat yakışmıyor onlara

Ahmet Telli...

Oceano Nox*

Ah nice denizci, ah nice kaptan
Sevinçle uzağa sefere çıkan
Bu kasvet dolu ufukta kayboldu
Kurbanı oldu kötü bir kaderin
Aysız gecede, dipsiz bir denizin
Karanlıklarına gömülü kaldı

Kasırga, reisleri, tayfaları
Bir kitabın dağılan sayfaları
Gibi savurdu dalgalar üstüne
Hiç kimse bilmez sonları ne oldu
Bu yağmadan her dalga bir şey çaldı
Kimi bir denizci kimi bir tekne

Yazık bu bahtsız, kayıp insanlara
Sürükleniyorlar karanlıklarda
Kayalara çarpa çarpa başları
Analar babalar her gün sahilde
Tek düşleri vardı, gözler denizde
Öldüler gerçekleşmeden düşleri

Oturup paslı çapalar üstüne
Sizi anar neşeli gençler gece
Karışır karanlık isimleriniz
Öykülere, şarkılara, gülüşlere
Sevgiliden çalınan öpüşlere
Yeşil yosunlar içinde uyurken siz

“Bir adanın kralı mı oldunuz?
Daha güzel bir vatan mı buldunuz?”
Sonra susulur, hatıranız yiter
Beden suda yiter, adlar bellekte
Zamanla daha da kararır gölge
Karanlık sularda karanlık unutuş

Silinir gözlerden şekliniz bile
Kayığınız kimde sabanınız kimde
Beklemekten bıkmış ak saçlı dullar
Ocağın ve kalplerinin külünü
Eşelerken, fırtınanın hükmünü
Sürdürdüğü geceler sizi anar

Bir gün ölüm o gözleri örtünce
Anmaz adınızı, anmaz hiç kimse
O küçük yankılanan mezarlara
Ne yeşil yaprağı düşer söğüdün
Ne köprü başında bir dilencinin
Şarkısı duyulur, basit, tekdüze

Nerde suyun yuttuğu denizciler
Deniz! Sende ne acı öyküler var
Uğunan analardan korkan dalga!
Bunları anlatır gelgitleriyle
Bu yüzden akşam yaklaşırken bize
Haykırır, umutsuz, çığlık çığlığa

Victor Hugo
(Çev.:Tozan Alkan)




Şiirin ismi Vergilius’un “Aeneis” adlı uzun destanından alınma. Latince “Denizde Gece” anlamına geliyor.

Yalnız Bir Opera...

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin


Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.


Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu


Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını


Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.


Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.


Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...

Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla

Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar


denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar


Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.

Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır


ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda


Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden


Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden


Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren



Murathan MUNGAN

Düşünceler...

Durmaksızın yürüyorum bu kıyılarda,
kumla köpüğün arasında.
Yükselen deniz ayak izlerimi silecek,
rüzgar köpüğü önüne katacak,
ama denizle kıyı daima kalacak.


Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır.

Anımsamak bir tür buluşmadır.
Unutmak ise bir tür özgürlük.

Yüreğimdeki mühür
kalbim kırılmadan çözülebilir mi?

Sevgililer birbirlerinden çok
aralarındakini kucaklarlar.

Arkadaşlık her zaman için
tatlı bir sorumluluktur,
asla bir fırsat değil.

Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç
senin gerçeğini açığa çıkarabilir.
İşte böyle bir anda
ya güneş altında çıplak danset,
ya da çarmıhını taşı.

İnsanlık, sonsuzluğun dışından
sonsuzluğa akan bir ışık nehridir.

Şafağa ancak
gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.

Gariptir ki,
kimi zevklerin tutkusudur,
acılarımızın bir kısmını oluşturan.

Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe,
yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

Cennet orada,
şu kapının ardında,
hemen yandaki odada;
ama ben anahtarı kaybettim.
Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.

Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin,
toprak üzerinde uyuyanlarınkinden
daha güzel olmadığı gerçeğinde,
yaşamın adaletine olan inancımı
yitirmem mümkün mü?

Bana kulak ver ki,
sana ses verebileyim.

Karşındakinin gerçeği
sana açıkladıklarında değil,
açıklayamadıklarındadır.
Bu yüzden onu anlamak istiyorsan,
söylediklerine değil,
söylemediklerine kulak ver.

Söylediklerimin yarısı beş para etmez;
ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir
diye konuşuyorum.

Yalnızlığım, insanlar geveze hatalarımı övüp,
sessiz erdemlerimi eleştirmeye
başladığında doğdu.

Bir gerçek her zaman bilinmek,
ama ara sıra söylenmek içindir.

İçimizdeki gerçek olan sessiz,
edinilmiş olan ise gevezedir.

İçimdeki yaşamın sesi,
senin içindeki yaşamın
kulağına ulaşamaz.
Yine de kendimizi yalnız
hissetmemek için konuşalım.

Sözcüklerin dalgası
hep üstümüzde olsa da,
derinliklerimiz daima dinginliğini korur.

Yaşam kalbini okuyacak
bir şarkıcı bulamazsa,
aklını konusacak
bir filozof yaratır.

Zihnimiz bir süngerdir,
yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine,
sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!

Eger kış,
'Baharı yüreğimde saklıyorum'
deseydi, ona kim inanırdı?

Her tohum bir özlemdir.


Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir.
Arkasındaki gerçeği görürsün,
ama cam seni gerçekten ayırır.

Haydi seninle saklambaç oynayalım.
Yüreğime saklanırsan eğer,
seni bulmak zor olmaz.
Ancak kendi kabuğunun
ardına gizlenirsen,
seni bulmaya çalışmak
bir işe yaramaz.

Neşeli yüreklerle birlikte
neşeli şarkılar söyleyen
kederli bir kalp ne kadar yücedir.

Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim,
durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil.

Hayır, boşuna yaşamadık biz!
Kemiklerimizden kuleler yapmadılar mı?

Özel ve ayrımcı olmayalım.
Unutmayalım ki, şairin aklı da,
akrebin kuyruğu da gururla
aynı yeryüzünden yükselir.

Evim der ki, 'Beni bırakma,
çünkü burada senin geçmişin yaşıyor.'
Yolum der ki, ' Gel ve beni izle,
çünkü ben senin geleceğinim.'
Ve ben hem eve, hem de yola derim ki,
'Benim ne geçmişim,
ne de geleceğim var.
Eğer kalırsam,
kalışımda bir ayrılış vardır;
gidersem,
ayrılışımda bir kalış.

Yalnızca sevgi ve ölüm
her şeyi değiştirebilir.'

Daha dün, yaşam küresi içinde
uyumsuzca titreşen bir kırıntı
olduğumu düşünürdüm.
Şimdi biliyorum ki,
ben kürenin ta kendisiyim,
ve uyumlu kırıntılar halinde
tüm yaşam içimde devinmekte.

Adlandıramadığın nimetleri özlediğinde,
ve nedenini bilmeden kederlendiğinde,
işte o zaman büyüyen her şeyle
beraber büyüyecek ve
üst benliğine uzanacaksın.

Ağaçlar yeryüzünün
gökkubbeye yazdığı şiirlerdir.
Ama biz onları devirir ve
boşluğumuzu kaydedebilmek için
kağıda dönüştürürüz.

Güzelliğin şarkısını söylersen eğer,
çölün ortasında tek başına olsan bile
bir dinleyicin olacaktır.

Esin daima şarkı söyler;
asla açıklamaya çalışmaz.

En büyük sarkıcı,
sessizliğimizin şarkısını söyleyendir.

Eğer ağzın yemekle doluysa
nasıl şarkı söyleyebilirsin?
Ve eğer elin altınla yüklüyse,
şükretmek için nasıl kaldırabilirsin?

Sözler zamansızdır.
Onları zamansızlıklarını bilerek
söylemeli ya da yazmalısın.

Şiir bir düşüncenin ifadesi değildir.
O, kanayan bir yaradan
veya gülümseyen bir ağızdan
yükselen bir şarkıdır..



Kum ve Köpük - 1926

Halil Cibran...

Dikey Dururum...

Fakat yatay durmayı yeğlerdim.
Mineralleri ve anne sevgisini soğurarak
Her Mart pırıl pırıl yaprak açacak
Bir ağaç değilim ben; toprakta değil köklerim.
Payıma düşen Ah’ları cezbeden
Ve yakında yapraksız kalacağını bilmeyen
İhtişamla resmedilmiş bahçe tarhının güzelliği de değilim.
Ölümsüzdür bir ağaç, kıyaslandığında benimle
Ve bir çiçek başı daha bir irkiltir, uzun olmasa bile,
Birinin uzun ömrünü, diğerinin cüretini isterim.

Bu gece, yıldızların miniminnacık ışıkları altında,
Ağaçlarla çiçekler serin kokularını yaymakta.
Farkına varmaz hiçbiri, yürürüm aralarında.
Uyurken en mükemmel şekilde onlara
Benzemek zorundayım diye düşünürüm ara sıra –
Düşünceler bulanmakta.
Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
Sonra gökle ben konuşuruz açıkca,
Ve faydalı olacağım ben en son kez yattığımda:
O vakit dokunur bana ağaçlar ilk kez, ve çiçekler zaman ayırır bana.


Sylvia Plath (1932-1963, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Civarsız Kökler...

Ardında kocaman bir sarkaç geçmişim, kuyruğunu savuran etinden koparamadığım; bu boyutsuz boşlukta, vaktin hangi yöne savrulduğunun ne kıymeti var ki.
Sorarım sana, niçin oradadır o kadın, etinde birkaç yüz bin bıçak saplı duran o tatsız rüyada.
Sızıntılarında akan içinden içine, akbabaları yaratan tam dönüş; kafasının üstünde değil bizzat içinde.
Hakikatli açıklamalar istiyor tüm sorularım.
Yazık.
Fısıldadıkça önemini yitiriyor tüm sayıklamalarım. Ufalanan ve yakan küçük çiviler kendine saplanıyor, bedeni mıknatıstanın.
Halbuki sıcak bir yalan yetecekti belki, leş kargalarını bile güldürecek.
Klavuzum olmadı hiç, belki de sırf bu yüzden yönsüzdüm.
Piramitler içinde kendi mezarını arayan; Tanrım da olmadı, öldükçe dirilten.
Küçük neşesiz kadınlardan biriydim.
Hikayesi olan. Umursamayan.
Kocaman bir "hiç"tim de, avcılar av ararken, yine de bu soyut düşlere kanmayı sevdim.
Sorsalardı, gelmezdim elbette bu amaçsız işleyen küçük mekanizmanın dişlisine dişice.
Ben gidince her şey duracak, sonra sıkıntılı homurtularla devam edecek büyük gürültü kaldığı yerden.
Biliyorum.
Savaş bahanedir, düşman yaratmaya niyetliysek.
Aksimizi yakalayamayacağız ki, her şeyi bize dair kılıp hükmetmek isteğimiz bitimli olsun.
Gölge oyunu bu küçük muhasebe.
En büyük düşmanlıkların en büyük yarıkları bağlamış örümcek ağlarıyla dolgulandığını biliyorum; o ağlar ki hep sahtekâr bir emekle örülür ilkten, kamaştırır. Tecrübe ettim bunu ben, yine edeceğim.
Tek tek bütün parçaları dökülür gibi irinden etinin, seni tarihin çamurundan bir kez daha çıkarıp ışıldattım bu gece. Parıldayan hep bir yanın vardı, ah! bu benim anlamlandırmalarım.
Tanıdık bir yüz, bildik bir öykü, eski bir tını oluyor zaman belleksizliğime.
Sırtımda hâlâ o soğuk bıçak bıraktığın, üstelik keskin tarafından tutan hep bendim acılarını gömdüğün etimde.
Aşk diyecekler bilge cahiller; oysa ben buna bir isim koymaya dahi çekinirim.
Kendi eteklerimi tortop edip de, başka eteklere sarılıp onların savruntusuyla acıyalı beri gönlüm, herkeste bir ben buluyor herkeste bir sen arıyorum. Seni bir kez yarattım ben ve yaram artık hiç soğumayacak deprem yanığı. Ama başka yaralarım da olacak.
Hepsinin altında kendi kanım.
Oysa hiçbir şey değişsin istemiyordum, olanı olduğu gibi seviyordum. Küllerimden bir kıvılcım yaratmanın çocukça telaşıyla kocaman kadın oluyordum sende. Sense hâlâ küçük ve aç bir çocuk.
Bıktığım anneliğim değildi, bu rôlü ben bile isteye biçmiştim kendime -ama inan şevkatini arzulardım, şevkatinin tadını merak etmemdendir-.
Beni yaraladığını söylemekten hiç utanmadım, seni yaraladığımı bilerek de haz almadım.
Denktik.
Hâlâ bir yanının bana ağladığını biliyorum, keşke bunu bilmesem, o vakit kendime gömülmem nice kolaylaşacak. Bir yerlerdesin bunu da biliyorum, belki ucuz bir gecenin çetelesinin utancıyla dudaklarını kanatmaktasın, belki sarhoş bir ikindide esanslı bir gülüş savuruyorsun kız etlerine ve belki de tarihin pürüzsüz yüzeyine şevkatle -ama asla özleyerek değil- bakıyorsundur.
Ama muhakkak ağladığını biliyorum...
Ben de seni özlemedim, seni özlemeyi çoktan unuttum.
Bunun için de utanmayacağım.
Sana dair her şey ancak gülümsetiyor beni minnetle.
Bunu bir kez verdin bana sen, bunu bin kez verdim kendime ben.
Soylu tümceler kurup da soysuzluğumuzun ötesine berisine yaldız takasım yok, öyle berrak ki geçmiş şimdi usumda, pişmanlık bile yok; bir isim koymaya çekiniyorum.
Senden sonra çok zaman akıttım kirimi nehirlere, bütün kıyıcıklarda yıkadım öfkemi, geriye yalnızca güzel anılar kaldı, sağalttım ben'imi.
Bunları bilmeni isterdim demeyeceğim, sen beni okumadan da bilirsin ezberden.
Küçük kurgularımıza büyük anlamlar biçiyoruz ve akranlarımın hepsi aciz.
Biz bir ayrıntıyız yalnızca büyük romanda kısa paraflık.

Şimdi üşüyorum.
O yüzden de gitmeliyim.
Tüm bunların saftata kumaşıyla sarmalandığı dünyama.
Hangisi daha gerçek hiçbir zaman bilemeyecek uzaktan bakanlar.
Yakından bakanlar mı?
Onların gözleri bazen öylesine kamaşıyor ki, atlıyorlar hata denizine başka bir tepeden.
Her ölümlü kendi cılız serüveninde yanıyor.
Her ölümlü kendi cılız aleviyle ısınıyor.
Tüm bunlara bir sebep mi aramalı; tesadüf beni artık tatmin ediyor, yorgunum belki ondandır. Ölümsüzlük peşine düşmenin anlamsızlığını ışık hızıyla öğretti ân bana, öğretecek ne çok şeyi vardı oysa ki ihtiyar bir kız kılmazdan evvel beni.
Ama bizim de cebimizden bu çıktı, yurtsuzluk, eşgalimizin tanımı bu.
Yine de bunu bilmesin isterim herkes; kamburumla bana su verdi diye dolanan bir meczup olmak yine de insanlık onurumu incitir. Bırak da bu kadarını cürret etsin kalan insanî kırıntılarım damlalarını emerken.
Seni mi, seni hâlâ seviyorum ama köksüz bir sevgi tek başına kurumaya mâhkum bir dal...

05.03.2008

Curriculum Vitae…

Uzundur gece,
Uzundur ölemeyen
Adam için, uzun süre
Yalpa vurur çıplak bakışları
Sokak lambalarının altında
İçkili soluğuyla körleşen gözleri
Ve tırnaklarının altındaki et kırıntılarının
Kokuları uyuşturmaz her zaman
Tanrım uzundur gece…

Beyazlaşmıyor saçlarım,
Çünkü ben makinelerin rahminden çıktım
Sürünerek çam katranı pembe bir çizgi
Çekmiş alnıma ve saç örgüsüne
Saçlarda kar beyazı boğulmuş.
Ama ben, büyük reis
Yürüdüm on çarpı yüzbin ruhluk kent boyunca
Ve ayaklarım on çarpı yüzbin soğumuş
Barış çubuğunun sarktığı
Deri kaplı gökyüzün altında
Kırkayaklar gibi kaynaşan ruhlara bastı.
Çoğu kez meleklerin huzurunu istedim kendime
Bir de dostlarımın çaresiz çığlıklarıyla
Dolmuş av bölgelerini.

Ayakları ve kanatları iki yana açılmış
Herkesin bildikleriyle havalandı gençliğim
Kirli su birikintilerinin ve yaseminlerin üzerinden
Uçularak varıldı
Kare köklerinin gizini saklayan gecelere
Şimdi ölümün söylencesi, sanki her saat penceremde
Kurt sütü verin bana
Ve gırtlağıma benden öncekilerin kahkahalarını akıtın
Eğer sayfaların üstünde uyuyakalırsam
Ve eğer görürsem utandırıcı bir düşte
Düşünmeyi beceremediğimi, ancak yılan biçimi
Saçakların püskülleriyle oynayabildiğimi.

Annelerimiz de düşlemişlerdi
Erkeklerinin geleceğini
Pek etkileyiciydi gördükleri
Her biri devrimci ve yalnızlığına gömülmüş
Ama bahçede, duanın ardından
Yalazlanmış otların üstüne eğildiklerinde
Aşklarının geveze çocuğuyla eleleydiler.
Söyle benim kederli babacığım,
Neden susmuştunuz o zamanlar,
Düşünmeyi sürdürecek yerde?..

Gecelerden birinde, yitip gittiğinde insan
Ateş etmeyen bir topun yanında
Ve ateş fıskiyelerinin ortasında
Kahredesiye uzundur gece;
Sarılık olmuş ayın atığının
Safra rengi bir ışığın altında
İktidar özlemiyle dolu bir düşün ardından
Fırtına gibi geçip gitti (engellemediğim) kızak
İçinde kürklere bürünmüş tarihle birlikte

Uyuduğumdan değil :
Uyanıktım aslında
Buz iskeletlerinin arasında aradım yolumu
Eve döndüm, kollarıma sarmaşıklar doladım
Ve bacaklarıma
Güneşin kalıntılarının yardımıyla
Yıkıntıları aklaştırdım
Kutladım büyük bayramları
Ve ancak müjdelendikten sonra
Ekmeği ikiye ayırdım

Büyük izler bırakan bir zamanda
Çabuk gitmelidir insan
Bir ışıktan ötekine ya da bir ülkeden bir başkasına
Gök kuşağının altında, pergelin ucu yürekte
Odak noktası alınan ise, gece alabildiğine açık
Dağlardan göller,
Göllerin içinde dağlar görünür
Ve bulutların arasında çalar
Birinin dünyasının çanları
Kimin dünyası olduğunu öğrenmek ise
Bana yasaklanmıştır…

Bir Cuma günü oldu
Oruçluydum yaşamım adına
Havadan sanki limon suyu damlamaktaydı
Ve kılçıklar saplanmıştı damağıma
O sırada bir yüzük çıkardım
Açılan balığın içinden
Doğumumda gecenin nehrine atılmış ve batmıştı.
Onu geceye geri verdim…

Ah!.. Keşke korkmasaydım ölümden!..
Bulabilseydim sözcükleri,
(kaçırmasaydım)
Dikenler olmasaydı yüreğimde
(güneşi vurabilseydim)
Olmasaydı ağzımda bu susamışlık
(vahşi suları içmeseydim)
Açmasaydım kirpiklerimi
(sicimi görmeseydim)

Gökyüzü mü çekip götürdükleri?..
Taşımasaydı eğer yeryüzü beni,
Çoktan uzanmış yatıyor olurdum,
Çoktan yatardım
Gecenin olmamı istediği yerde
Daha kabartmadan burun deliklerini
Ve ayağını kaldırmadan
Yeni darbeler için, hep peşinde
Yeni darbelerin
Hep gece.
Ve gün, hiç yok…

Ingeborg Bachmann

Bir Kumandana...

Bir gün yaşlanmış ve körleşmiş halkların onuru adına,
Yeniden girişildiğinde o bilinen işe,
Sen, bir suç ortaklığıyla,
Bizden olanlara hizmet edeceksin,
Bildiğin için sınırlarımızı kanla çizmeyi…
Önderliği, kitaplara geçmiş adının
Gölgesi üstlenecek ve onun kanatlanmasıyla
Göverecek defneden zafer taçları…

Bizim anlayışımıza gelince :
Kimseyi ne kurban et kendinden önce, ne de Tanrıya yalvar.
(O hiç pay istedi mi ganimetlerinden?...
Hiç eşlik etti mi umutlarında sana?...)

Yalnızca şunu bilmelisin :
Ne zaman ki, senden öncekilerin aksine, kalkışmazsan kılıcınla,
Parçalanamaz gökyüzünü parçalamaya,
İşte o zaman,
Bir yaprak da sana düşer defne dalından…

Ne zaman ki, dev bir kuşkuyla,
Kendi talih kuşunu kovup atılırsın ortaya,
Zaferden emin olabilirsin…

Çünkü bir zamanlar ki galibiyetin
Yalnızca talihinin senin yerine kazandığıydı,
Gerçi eğilmişti düşmanın sancakları,
Ganimetin olmuştu silahlar
Ve bir başkasının bahçesinde
Yetişme meyvalar…

Ufkun hangi noktasında kesişirse,
Talihin ve talihsizliğin yolları,
Orada ver savaşını…

Nerede basarsa karanlık ve uyurlarsa askerler,
Nerede sana ilençler yağdırıp,
Uğrarlarsa senin ilençlerine,
İşte orada davetiye çıkar ölüme…

Düşüp yuvarlanacaksın
Dağlardan vadilere saçılacaksın,
Delicesine akan sularla bereketli diplere,
Toprağın tohumlarına, sonra altın madenlerine,
Büyüklerin heykellerini döktükleri eriyeklere,
Unutulmuşluğun derinliklerine,
Milyonlarca kulaç uzaklıktaki düş evrenlerine.
Ama en sonunda da ateşe…

O zaman,
Bir yaprakta sana düşer defne dalından…

Ingeborg Bachmann

Çeviri : Ahmet Cemal...

Karanlığa...

Karanlığa ve diri serinliğe gömülü alandaki bahçe.
Gecenin karanlığında devliğini yitiriyor
yüzlerinin arasından ışıklar sızan evler.
Geçmiş göklerin derinliğinde, yıldızlar arasında
ürkünç çöl. Büyük ve parıltılı ateş sağırlaşıyor
ulaşarak bu karanlığa. Sessizliktir burası,
bir gömütlüğün koca kımıltısızlığı

Gürültüler ve ışıklar
ağaçların ötesindeki uzaklığa ulaşıyor.

Capcanlı ışıklar fışkırıyor karanlığın içinden,
uluyor kendinden geçmiş sevinçli sesler
o üzünçlü ayrılışta.

Boğuk ulaşıyorlar dipsiz karanlıkta ölmeye
yine delicesine yaşama aşkıyla
solgun intiharlar gibi.

Dinlemek geçmiş tutkuları,
yürekte ve gecede tırmanışlarını
toprağın ıpıslak kokusu üzerinde.

İsteğin tanınmadık bir bitkisi
sessizliğin ve karanlığın göğünde kapalı.

Karanlıkta ateşin göverişi
ağaçların arasında kanayan o kızıl ışık gibi

Cesare Pavese

Sürgün...

Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde.

Vazgeçilmişim çoktan
ve hiçbir şeyle anımsanmamışım.

Yalnızca rüzgârla ve zamanla ve sesle

ben insanlar arasında yaşayamayan

Ben Almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.

Nasıl da kararıyor bulut
yağmurun tonları da koyulaşmakta
çok azı yağıyor

O zaman bulut ölüyü daha aydınlık bölgelere taşıyor.

Ingeborg BACHMANN


Çeviren: Ahmet CEMAL

Suyu Dinleyen Çöl/Sözün Yırtıldığı Yer Bölüm II...

Suyu Dinleyen Çöl/ Sözün Yırtıldığı Yer Bölüm II...

I Bozgun...

Her acının bir ömrü var...

Ben geldiğimde bozgun
Bütün mevsimlere uğramıştı.
Siyah külleri ve yaşlı çocukları vardı şehirlerin.
Geç kalan şair için çadırımız yok, dedi onlardan biri
Acı, gölgesini bıraktı yüzümüze. Ve gitti...
Dönecek ama
Yeni sözler öğretecek dilimize...

Orada kimsenin giymediği bir elbiseydi umut,
Ölüm yaşamdan çoktu...

II. Bedel...

Aralarında
Onlar kadar kimsesizdim...
Sıcak, günlerimizi eritecek pek yakında
Dedi onlardan biri
Toprağımızı almak için güç geri dönecek
Ve bedelini isteyecek,
Gökyüzünü görerek uyuduğumuz günlerin...

III. Yaprak...

Bizi unuttular, dedi onlardan biri
Bizi bir yaprağın üzerine düşürdüler...
Ve ateşe verdiler ağacımızı
Anımsamamak fazlalığından kurtulmak için,
Kalbimizin yerini...

IV Takvim...

Demek saatiniz var...
Yarın için ne kadar yaşamak gerek?...

Zaman, saçları örgülü bilge bir kadındır burada.
Döl vermekten yorgun bacaklarıyla
Nehirler boyu yürür geceleri.
Yüzümüzde etekleri kıvrım kıvrım elbisesinin
Her gün derinleşir sureti...

Sizin takviminiz de vardır...

V. Resim...

İnandım... Her şeyi gören kimse yok...

Acı tene özgürce çiziyor resmini
Ve bir orman, evinden izliyor
Acının hüzne dönüşünü...

VI. Tanrı...

Tanrı sessizliği seçti, dedi onlardan biri
İnsanla birlikte sustu...


VII. Çıt...

Beni bir ırmağın kenarında bıraktılar
Her acının bir ömrü var, dedi yaşlı çocuk...

Şehirlere uğrayan mevsimlerle dolaş
Burada taşlar bile tanıktır yalnızlığımıza
Kuşlar, dönecek bir gün
Ve bir kayanın üzerinden izleyecek,
Birbirine yaslı çocuklarımızı...

Şimdi günlerimiz, gecenin içinde 'çıt' sesi...


Hayriye Ersöz...

Suyu Dinleyen Çöl/Söz Acısı Bölüm IV...

Suyu Dinleyen Çöl/Söz Acısı Bölüm IV...

I. Ses...

Gökyüzünden derken Tanrılar
Ezberden bir veda şarkısı söylüyorlar...

Kırılmadan önce duyulan ses
Aynıdır
Tanrılar da
Masallar da
Aynı sesle kırılır...

II. Tanrı'nın Ölümü...

Artık bir otobüsün camlarına vursundu karayel
Beni başka bir yolculukta sansındı...


Yazgı...
Beni buldu. Tanrılar merhamet dilenmez çünkü!...
Yeşil yaprakların delici kederi : Rüzgar!...
Geldi ve işte bir Tanrı'yı daha tahtından etti.
Ben, önceden Tanrı.
Onunla inanmıştım kendime.
Yer yüzünü titreten aşk
Benim değil!..
Göğümü işaretledi buhur.
Terliyorum evet düşünürken
Şimdi neyim acaba?..
Kutulara müebbet mücevherler kadar yalnız
-aşktan sonra-
Bir ölümlü...

Ah... Acı... Acı, o kemirgen!...

Hayriye Ersöz...

Suyu Dinleyen Çöl/Söz Acısı Bölüm III...

Suyu Dinleyen Çöl/Söz Acısı Bölüm III...

I. Ateş...

Buzdağları nazikçe dokunurken kalbime
Acı, güvenli bir uzaklıktan seyrediyor...

Penthos*!.. Penthos!...
Bu soğuk dağ zirvesinde
Bu kasvetli
Çingenelerin üstünde dans etmediği çalısız yer
Yüzünde
Uykuda ve takvimsiz günlerde
Bu ateş
nasıl
hala
bu kadar
diri?..

* Penthos : Keder ve ıstırap tanrısı...

II. Kor...

Uzağa demirledi Kharon*...
Yine de görüyorum gözyaşlarının salladığı kayığını...

Kharon!..
Cehennemin ateşi içimde
Yanıyor
Kalbime
Söylenen
Sözler!..

İlk duman göründüğünde
Üfleyerek yaklaş.

Kor, kuzguni rengiyle bakıyor olacak...

* Kharon : Ölülerin ruhlarını Styx ırmağından geçirip yer altı ülkesine götüren kayıkçı...

III. Ve Işık...

Titriyor bana biçilen şeffaf elbise...
Paian* sen mi geldin?..


Yanık yüzüm utanır senin ışıklı parmaklarından
Büsbütün erimeden iğreti bir aşka inanan kalbim
Sihirli kanatlarınla kapan üstüme.
Mahrem
Kağıtlara
Damlıyor...

Çocukluğum bitti. Kharon'un kayığı yaklaşıyor...
Paian?.. Sahi sen mi geldin?...

* Paian : Felaketi uzaklaştıran, selamet getiren, iyi eden Tanrı...

Hayriye Ersöz...

Siz Kelimeler...

Şair dost Nelly Sachs için saygıyla.

Siz kelimeler,
Kalkın izleyin beni!..
Biz ileri giderken
Çok gitmiş olsak bile
Daha vardır gidilecek yer
Çünkü yol varmaz bir sona.

Aydınlanmaz.

Kelime,
Nasılsa yalnız başka kelimeleri çağıracaktır.
Cümle de cümleyi.
Böylece dünya,
Kesin bir tutumla zorlar,
İster ki artık söylenmiş olsun.
Söylemeyin...

Kelimeler, beni izleyin
İzleyin ki, son bulmasın
Ne bu kelime tutkusu
Ne de çelişkilerin yanıtları!..

Şimdi bir süre
Konuşturmayın hiçbir duyguyu
Bırakın kalbin adalesi
Biraz farklı çalışsın

Bırakın diyorum, bırakın...

En yüce kulaklara bile diyorum
Bir şey fısıldanmasın
Ölüm için bulma söyleyecek bir şey
Bırak ve izle beni
Ne tatlı ama ne de acı
Avutmasız
Ama umarsız da olmayan
Ne belirleyici
Ne de belirtilerden yoksun...

Yalnızca şu olmasın :
Toz, toprak içinde imgeler, hece döküntüleri
Tek kelime söylemeler...

Tek kelime söylemeyin,
Siz kelimeler!...

Ingeborg Bachmann,

Akıntı...

Bunca yaşamda ve ölüme bunca yakın,
O yüzden hesaplaşamıyorum kimseyle,
Koparıp alıyorum yeryüzünden kendi payımı

Saplıyorum yeşil hanceri yüreğinin ortasına
Atlas Okyanusun, kendi sularımda boğuluyorum.

Tarçın kokusu yükseliyor çatılardaki kuşlarla!..
Katilim olan zamanla yalnız başımayım
Esriklere ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.

Ingeborg Bachmann

Karanlık Şeyler Söylüyorum...

Orpheus gibi ölümü çalışıyorum
hayatın tellerinde
yeryüzünün güzelliğine karşı
ve göğü yöneten gözlerine
yalnızca karanlık şeylerdir söyleyebildiğim.

Unutma, o sabah
henüz ıslakken çiğden yattığın yer
ve karanfil uyurken yüreğinin üstünde
sen de birdenbire görmüştün
kara ırmağı
yanı başında akıp giden.

Suskunun telleri gerilmiş
kan dalgaları üstüne,
inleyen yüreğini kavradım ben;
gecenin gölge saçlarına
dönüştü saçların,
karanlığın kara kar taneleri
yağdılar yüzüne
Ve ben senin değilim
yakınmadayız ikimiz de.

Fakat Orpheus gibi biliyorum
ölümün yanında hayatı
senin her vakit için kapalı gözlerin
bende bakıyor mavi mavi.
Ingeborg Bachmann

Çev: Kundeyt Şurdum

Ölüm Gelecek ve Senin Gözlerine Bakacak...

Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak-
sabahtan akşama dek, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık
ya da anlamsız bir ayıp gibi
ardını bırakmayan bu ölüm.
Bir boş söz, bir kesik çığlık,
bir sessizlik olacak gözlerin:
Böyle görünür her sabah
yalnız senin üzerinde
kıvrımlar yansıtırken aynada.
Hangi gün, ey sevgili umut,
bizlerde öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.
Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak.
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.


Cesare Pavese...

Zaman... Geçerek...

Bir maviden bir siyaha geçerek ZAMAN
Geçerek bir çocuk teninden yaşlı uçuk bir deriye
Dokunup durgun yüreğine büyük suların
Binbir rüzgârla bir dinmez akışa geçerek
Geçerek kirpikleri ve düşleri arasından
Yüzünü güneşe tutmuş uzun adamların
Yağmurlardan yazlardan parklardan geçerek
Uçarı giysiler içinde telaşlı titrek
Kâküllerinden gamzelerden alın çizgilerinden
Geçerek bir ince ağrıyla gönül çarpıntılarından.
Akşamlardan bir bozgun,gecelerden külhani
Sabahlardan bir tüy gibi uykulu düşlerle hafif
Geçerek günlerin iğdiş ilişkilerinden...

Bir zorbanın onursuz gücünden tiksintiyle
Bulantıyla bir kaypağın yayvan gülüşlerinden
Lekesiz ve zedesiz,geçerek
Sürekli yer değiştiren bir korkunun gölgesinden...

Karşıyaka iskelesinde sisler içinde
Gözleri ayrılığın menzilinde
Sesine İzmir karışmış bir kızın
Geçerek gecikmiş sevgisinden kederle...

-Yoksulluk bir paniktir oğlum evler için
Bir kar suyudur sızar temeline sevgilerin
Gün siyah bir tül,gelecek düş bile değildir
Ve geçmiş ağır bir taştır asılır çatısına
Diyen bir babanın bezgin,bilge sesinden geçerek...

Geçerek,kaç yıldır Hanımeli sokakta
Altın tasında yüreklerinin yudum yudum
İçeriye su taşıyan bir avuç çocuğun
Satırlara vurmuş doygun yüzlerinden...

Ey geceyi biçimleyen sessizlik,ey susuş
Günün döne döne yüze vurduğu lacivert deniz
Ey kenti özetleyen plastik çiçekler
Yargıç cüppeleri,uzun topuklar,süslenmiş aldanış
Buğulu bardaklarda terleyen yalnızlık
Ey talih kuşu,naylon torbalara gizlenen geçim
Utancından günden güne kibarlaşan açlık
Ey bulvarlardan su içmeye inen acemi ceylan
Geçerek elbette sizin de iliklerinizden...

Bozkırın alnında karlar altında
Bir keder pıhtısı gibi için için
Kanayan kışlarından kerpiç köylerin
Geçerek,kendi yalnızlığından üşüyen yollarından...

Irmak boylarında yıkanan ırgalanan ağaçlar
Ey buğday başakları,soluklanan toprak
Göçmen kuşları uzak ülkelerin ve mevsimlerin
Ey gece yıldızlarla öpüşen dağ çiçekleri
Naftalin kokan danteller dip odalarda
Renk renk işlenmiş genç kız düşleri
Ey büyük bekleyiş,katlanmış duygular
hep aralık duran kapı
Artık ağır ağır sararan umutlar
Elbette,elbette geçerek sisin de hüznünüzden...

Geçerek yeni zaman dervişlerinin
Borsa ve banka tapınaklarından
Yan yana namaza durmuş yalan ve imanla
Eğilip günde beş vakit ezan sesleriyle
Dünyadan varlık için minarelerden geçerek...

Telsiz mesajlarından gizli raporlardan vergi iadelerinden
Uzun masalar ardında kendine hayran
Küçük insanların kasılmış kaypak gövdelerinden...

Geçerek bıçkın küfürlerinden hızlı şöförlerin
Pavyon fedailerinin geceye yakışan güçlerinden
İki kopuk düğme gibi sabaha düşen
Sağılmış memelerinden o kadınların...

Yanlış pınarlardan yanlış sular mı
İ ç i y o r u m
Böyle her akşam,her akşam
Kırılan kanatlarından göğün
Dökülürken zaman
Turuncu kederler içinde
Dünyayı siliyorum yudum yudum
Gücenik bir günün aynasından
İçmiyorum ki...

Adı unutmak olan bir beyaz boşlukta
Buluttan bir düşte lacivert bir susuşta
Eriyor perde perde gerçeğin görüntüsü.
Diplerde çözülen bir batık gemi
Vuruyor gecemin başıboş sularına
Hayatın yüreğime yıkılan yükü
Bedenim buğular içinde uçuk
İ ç m i y o r u m ki...
Ağrılıklarımdan kurtuluyorum
Diyen bir akşamcının titreyen
Parmaklarından dudaklarından geçerek kirpik uçlarından...

Ey karnına saplı binlerce bıçağın üstüne kapanan kent
Ey gittikçe yozlaşan sağırlaşan ülke
Yıllardır sorgusu dinmeyen düşünce,doğrulanan inanç
Ey rahminde büyüttüğü bebeği kanıyla boğulan anne...

Geçerek elbette senin de
Gecesine yıldız yerine gardiyan düşen evlerinden...

Ey ömürleri kendilerinin olmayanlar
Ey düşlerin ve acıların öncü yolcuları
İzleri uzak zamanlara ışık olan yollar
Ey dünyanın alnına iyiliğin resmini çizen içtenlik...

Bir tek sizin dışınızda
Bir de senin ey ufkun dışındaki ölüm...

-Bilmez miyim elbette bu benim yazdıklarımın da-
Geçerek üzerinden gökyüzü gibi akışkan ve sonsuz
Bir su hızıyla sızıp iliklerine hayatın
Güngörmüş bir insan güveniyle rahat
Seçip ayıklayarak çürüyeni ve kalanı
Pazardan mal alan bir müşteri dikkatiyle
Tartarak dünyayı inceden inceye
Bir kuyumcu terazisi duyarlılığında
Akıp gidiyor ZAMAN,akıp gidecek
Akıp gelmişse nasıl bugüne kadar...

ŞÜKRÜ ERBAŞ

Su...

bir bitki gibi
beni eğdikleri yere büyüyorum
sessizliğimde yıkık intihar tasarıları
hiçbir yere gidemiyorum
hiçbir yerde yeterinden fazla kalamıyorum
kımıltısız boyun eğiyorum mengeneye
bu bildiğim tek yaşam şekli...

kopar kellemi ey yürek basıcısı
acele et soyunmaya, paçavrayım soluğunda...
zaman iyi eder mi ahlaksız kamburumu
tırnaklarımda atalarımın manasız öcü
kimsenin derdi kalmasın istiyorum kimseyle
en büyük yıkıcısı asil kördü köleliğimizin
devrildik yan yana duran ağaçlar gibi
tutunduk düşerken
yılmadık birbirimizi devirmekten...


(piyanonun tuşları gibi bitişik yaşamlarımızda; kimimiz beyazız, kimimiz bemoller ve diyezlerde kapkara...sararmışlığımıza aldırmadan, yaradan hepimize bir küçük nota gibi dokunuverir ölümlerimizde...
bir büyük sesiz belki de birlikte, ama ne var ki artık hepimiz, sefalet yalnızlığımızda, tek bir ses olmaya niyetlenmişken, anlamsız tuşlar gibi kayırıyoruz bedenlerimizi sevişirken...)

söyle bana çığlık
boğazın yırtılır mı ağlamaktan / gevişinde kan tadı olmalı
bilirim ne seversin kendine acıma reveranslarını
kulaklarına yığılan onca sözün altında
eziyet çekmeden yıkanabilir misin kalabalık sularda
siyah bulaşmış çoktan genzine /
aldırma tüm dünya saatleri gecikmiştir zaten sana...

(siyah, "cao crno"* dedi çocuk kadına...
kadın anlamadı parmakları bükük müzisyeni, oysa sürgün yemiş bir çocuk mazurkayla dansedemiyordu ülkesinin dağlarında ...
bu nasıl bir adalet kılıcı / değiştiremiyorum etrafımdaki hiçbir fenalığı...)

gece tüm yardakçılığıyla sinmişti etime
çok içmiştim yine
kustuğum katran öfkemde
çentiklerini yokladım kafatasımın / her şey yerli yerinde...
etekleri kısa / yüzü uzundu çirkefliğimin
şarkı söyleyen çingeneleri ses yiyicileri içmişti
adamları çirkin,
denizi fersiz bir ıssızlıktı gecenin rengi...

memelerine baktım ayın
güldüm masamdakilere belli etmeksizin
ben mi gariptim / onlar mı fuhuşkar
en sevdiğim yalanlarımı sıraladım bir bir
gülümserken buz revan...

hiç utanmıyordu gece benden
arsızlığa alıştım kent güllerini etime serperken
caddelerde dolandım
dolaylı ağladım
göbek bağımı koparmışçasına
sıkıldım o şık otomobillere binmelerden
topuk seslerimle yardım kaldırımları
sahtekarlığımın orta yerine bıraktım kahkahamı
infilak etti sokak köpekleri / bekçi düdükleri / ezan sesi
kopan / parçalanan
kısalan / büzülen
ben miydim şimdi...

(titizlikle ışığa tuttum gecenin röntgenini...
siyah ışığın korkusunda hurdasını araklıyordu çöpçü binekleri, deva bulamadım yoksulluğuna sokakta bekleyen dilencilerin, züğürt ve kuşkulu taradım saçlarımı...
saçlarım / yoksa hâlâ kadın mıydım / çürümemiş miydim
yaşamakta mıydım...)

bitkindi usum asırlık lahitler barınıyordu tövbemde
üstelik yemiştim sözümü erdemsizce
ne kadar mühim olduğunu kim bilecek
havaya fırlattığım yalan düşmez mi sanıyorsunuz yere
parçalanan hangi yürek hangi gariban mahluk itliğimizle...

biliyor musunuz
üstelik korkuyorum
hiç korkmadığımı söylüyorum beni sevenlere
korkmasınlar diye
ama korkuyorum işte...

içimin duvarlarına gömüyorum sinik ağıtlarımı
kocaman bir gökyüzünü sırtlıyorum / soluğum durgun
en bedavasındayım ölümlerimin bu gece...

tüm sorularım cevaplarıma tırmandı
bilge bir cahil kıldı beşer beni...
görmüştüm suya düşen düş(ünce)lerimi
ıslaktı tedirginliğim / sıcaktı tedarikli serüvenlerim
ey elini suya sokan talihsiz kurcalayıcı
hem beni, hem kendini yakarken
çek elini suyumdan / ö l e b i l i r s i n..

oysa sen yaşamalısın / ölü kuşlar yiyerek yüreksizliğinde
çek elini tenimden / bir anımdır sana sunabileceğim
kıvrak bir rakkasedir yatağında etim /
dansımı yapıp / yitmeliyim...
arkamdan
gelme suyuma / huyuma / kuyuma
düş bozumlarıma / kimliksizler ülkesindeki yurtsuzluğuma...
çöktü kubbesiz gök kıdemli omuzlarıma
mühim bir tezatlığı zapt eder gibi girmeliydin koynuma...

yaşamın en gülünç çocuğusun sen salyalı
meydanlarda
soyunuk öpüşlerini tanımadığım en esmer adam
her perşembe abdestli en dindar kadın

hiçbiriniz uyurken görmedi beni
kininiz bu yüzden mi...


oysa hep gözüm kapalıydı yalanlarınıza
kandım sevdiğim tüm adamlara / gönüllü / çöl vahabisi
hepinizle sevişmek istedim korkusuzca
lakin kâfidir
gayrı bırakın da
öleyim boynuma dolanan yılanlarla...

ihanetçi saki
doldur sayfalar dolusu yazdığın rakı kadehlerini
ben göçüyorum artık
yağmur olup bitkisiz ormanlara düşüyorum
sen sakın ağlama / maşalı kandillerle dağlama
nasıl olsa koca puntolarla u n u t m a k yazılı zamana...

ki inanmadım hiç
hep doğruyu söylediğini tasnif eden riyakâra
ki sen de inanma... / ...sakın ola inanma...

(kent siyamlarının gitgide kalabalıklaştırdığı yaşamlarımızda ivedi yalnızlaşıyoruz aslında...garip inlemelerdir tüylerimiz yolunurken şiirleşen , dalımıza binen bir baltada sayıklamalarımızdır çıkardığımız acı sesler...hiçbir dile benzemeyen dudakları sözdür haykırışımızın...
belki de hiçbir şeydir şiir , sadece büyütüyoruzdur anlamsızlığımıza anlam katmalarda...
o yüzden söylenen hiçbir şeye inanmadım...
sen de inanma ...
sakın ola inanma...)

*cao crno; merhaba siyah / sırpça


21.08.2004 / İzmir

Ömür Nihan Akçalı

Söylev ve Son Söylev...

Bizim ağzımızdan çıkmasın
Ejder tohumu eken söz.
Hava bunaltıcı,
Doğru ışık ise
Bayat ve buruk bir köpük,
Ve bataklığın üzerinde
Kara bir sivrisinek ordusu.

Baldıran, sever çanaklanmayı
Bir kedi postu yayılmış,
Yılan tıslamakta üstünde,
Akrep ise dansına başlamış.

Kulağımıza ulaşmasın
Yabancı bir suçun söylentisi
Birikintinin kaynağı bataklıkta
Sen ey söz!... Boğulmalısın!...

Ey söz, ol yanımızda
Sevecen bir sabırla
Ve sabırsızlıkla.
Sonu gelmeli
Bütün bu ekilenlerin.

Hayvan sesini taklit eden, hayvanın üstesinden gelemez.
Bütün aşkları yitirmiş olur, yatağının sırlarını açan.
Sözün piçi, bir budalayı kurban etmek için mizaha hizmet eder.

Kim istiyor senden, bu yabancı için bir yargıya varmanı?..
Ve istenmeden yaparsan eğer bunu, o zaman her gece
Ayaklarında onun yaralarıyla dolaş git!..
Bir daha gelme…

Ey söz, bizden ol
Özgür, açık ve güzel
Elbet bir sonu gelmeli
Hesapçılığın.

(Yengeç geri çekiliyor
Köstebek aşırı uzun uyuyor,
Yumuşak su, taşları geren
Kireci çözüyor.)

Gel, sesten ve soluktan oluşma nimet,
Güçlü kıl bu ağzı
Zayıflığı bizi korkuttuğunda
Ve engellediğinde.

Gel ve sakın yenilme
Biz bunca kötülüklerle savaşırken
Ejder kanının münafığı korumasındansa
Bu el kendini ateşe tutar.
Gel sözüm, kurtar beni…

Ingeborg Bachmann

Nasıl Adlandırmalıyım Kendimi...

Ağaçtım bir zamanlar, yerimden ayrılamazdım,
Sonra bir kuş olup, kanat çırptım özgürlüğe
Bir hendekte bulunduğumda, bağlanmış her yanım
Kirli bir yumurta çatlayıp saldı beni enginlere.

Nelere dayanmıştım, unuttum epeydir
Nereden geldiğimi ve gittiğim yeri
Eski efendilerim acaba hangi bedenlerdir
Sert bir diken ya da kaçan bir ceylan belki.

İsfendiyar dallarının dostuyum şimdi
Oysa yarın bir günahı paylaşabilirim gövdeyle
Ne zaman başlamıştı suçluların valsi
Beni yüzdüren, bir tohumdan ötekine?..

Oysa hala bir şarkı sanki içimde, başlamak
-ya da tükenmek- ve kaçışımı engellemekte
İstediğim bu günahın okuna hedef olmamak
Saklanmışçasına vahşi ördeklerde ve kum tanelerinde

Belki tanıyabilirim günün birinde suretimi
Bir güvercinde, yuvarlanan bir taşta…
Bir kelime eksik!.. Nasıl adlandırmalıyım kendimi,
Mecbur kalmadan bir başka dile sığınmaya…

Ingeborg Bachmann