Mutsuz Sirk Palyaçolarına Benden Selam Söyleyin... Gökçehan Daçe

Şiirin Boynunda Yağlı Urgan...


"biz"in boynuna asıldı Güvercin gerdanlığı...

sözlerin kurunca darağacını
özümün yandı canı
ve ayaklanınca deli kanım
isyanım çekti çatkısını
şiirin boynuna geçti yağlı urgan
ve
"biz"in boynuna asıldı Güvercin gerdanlığı



ne can kaldı geriye
ne de canan
dik başlı bir çocuktu arta kalan
sürgüne gitmiş gözleriyle
ağır bir ezgi gibi
hıçkırarak ağlayan


karayelden bile kara gözüm artık
dörtnala koşuyorken öfkem
ilk kez ayaza vurmuyor
varlığınla buz tutmuş tenim
huzur veriyor rüzgar
dağıtıyor okşayarak saçlarımı
ve biliyor musun
ilk kez ısınıyorum
sarılıp yalnızlığıma


bundan böyle savaşım anılarla
her hatırlanışında
bir cinayet daha işleyeceğim
ki biliyorum suç ortağınım artık

ve sen
kök saldı bir kere içine varlığım
her gün vicdanında yeşeren
yeni bir filizi budayarak yaşlanacaksın

şimdi dizginle gücün yeterse zamanı
ki harcananlar uğruna aksın nedemet


05/Nisan/2008

Figen YARAR



**ilkbahar geldiğinde deylem vadilerinde kar beyazlığında ölü güvercinler bulunurmuş.
Söylenene göre sevgilerinden ötürü
öldürürlermiş birbirlerini ve boyunlarında
kan damlalarından bir zincir (Güvercin Gerdanlığı)taşırlarmış parlak kırmızı...!!!**


Ernst W. Heine

Gümüşüm ve doğruyum. Önyargılarım yok
Gördüğüm her şeyi yutuveririm bir anda
Olduğu gibi, aşkın veya nefretin sisiyle kaplı değilim
Zalim değilim, içtenim yalnızca
Küçük bir tanrının gözüyüm, dört köşeli.
Çoğu zaman karşı duvarın üzerinde düşüncelere dalarım
Pembedir duvar, benekli. Öyle uzun zaman baktım ki ona
Kalbimin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Fakat titriyor.
Yüzler ve karanlık ayırıyor bizi tekrar tekrar

Şimdi bir gölüm. Bir kadın eğiliyor üzerime,
Erimimi arıyor gerçekte ne olduğunu anlamak için
Sonra bu yalancılara dönüyor, mumlara veya aya.
Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum sırtını
Gözyaşlarıyla ve bir el hareketiyle ödüllendiriyor beni
Önemliyim onun için. Geliyor, gidiyor.
Her sabah onun yüzü alıyor karanlığın yerini
İçimde genç bir kızı boğdu ve içimde genç bir kadın
Havalanıyor ona doğru günden güne, korkunç bir balık gibi.


Sylvia Plath...
(Çev.: TozanAlkan)

Bilmez miyim Hiç...





Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.

Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.


Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançlı bir insan soyunun parçasıysa.

Sonunda baş basa kalıyoruz gene
Baş başa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum

Edip Cansever...

Dönüşüm...

gecenin tazeliğidir ağır havada uçuşan
umut çığlıklarıdır ve sevinç

el işçisi ustalığıyla ses verir sahra'nın rengine
bir zenci aklanır, gece beyaza boyanır

maskeler dağıtılır, ölüm giydirilir üzerime
omuriliğimde bir su samuru kemirir benliğimi

acı çekmenin ötesindeyim
çürüyorum yokolmanın arifesinde

siyah camlar takılır gözlerime
ve ölüm dansları

çiçeğe dönüşecek mi gül kuşu
karanfil kırlangıca

Kaan İnce

Biz Ve O...

I.

(ömür; yokuş yukarı çıkmaksa eğer, delilik; çıkman gereken yokuştan inmektir..
batarken ayakların kuma, bir gül iliştirmelisin kamburuna; bir aşk, bir adam, bir ölü ve bir yalnızlık yaratmalısın cinnetinden, yoksul kalırsın bu kandırmacaların yoksa...
her deli en az bir kez sevdiğine inandırmalı kendini...)

yazılmadık hiçbir şey yok
dedi ve çekildi minberden kız...

bir insanın milyonlarca düşü vardı
milyon insanın evrenlerce yükü
ama aynı yumurtadan da olsalar
ayrı parmak izleri bırakmazlar mıydı sayfalara...

oysa yakıyorum şiirlerimi / kriminolojik izlerimi / emarem suskunluğum
saçlarım uzamayı unutalı beri
urgan da yapmıyorum isyanımı / itaatkar bir avcıyım / avım kanlı ağızların tuzağı
dedi ve kapandı mabedine kız...

(yaptıklarınızı hiç unutmayacağım,
diye söylenen ihtiyar bir kadın geçti kökleri camekânların ardındaki boyunları sıkan ağaçlı yoldan masallar anlatarak...büyük düşlerdi yitirdiklerimiz...
y a ş a m a k küçültüyordu bizi...)


hiç bir tarih düşülmedi âna...


II.

sen son kuşların sesisin,
sana doğru açılan en son kapım
bilemeyeceksin, bir daha geri dönmeyeceğimi
inerken eteklerinden doruğunun hazzıyla
kız ölüleri ve devrimci sloganlar bırakacağım ardımsıra


acımayacaksın,
tadın yoktu zaten senin / küs doğdun küs öleceksin
izafiyetinde köpüklü gözyaşları tadacağım,
kırmızı, kalem ve şarapla örtülü hüzün dolu geceler
bilemeyeceksin bir daha, geri dönmeyeceğimi
dedi ve sarsılan öfkesini yuvaladı sevgisine...

('sevgim hiç eksilmedi ' diyebildi satır aralarına sıkıştırdığı altı çizilesi cümlelerde...sevgimin yanına iliştirdiğim itimatım, hürmetim, hayranlığım eridi, ehemle mühimin taraklandığı bu alemde...
'özlediğinde gelme öyleyse' dedi, iğneli bir topu tutan kız, yelemden son tüyü yolarken sesim çıkmadı hiç...
güneşsiz ve susuzduk,
sustuk,
biz susunca geriye sadece şiir kaldı...)


III.

ellerimi avcuna al,
bu kuşların mavi kanallarda parladığı gün
kanatlarından ahiret havadisleriyle muştulandığımızda
götür beni ona, sen de gel, ya da kal orada...
yazılmadık hiçbir şey kalmamış olabilir
ama seni ölüm gibi sevmem de ilk değildi zaten...

seni sonsuz bedevi,
seni ezanlı sabahlarca
seni kıtalararası zamanlarca
bekleyeceğim güllerin solduğu hazan mevsiminde umutla
dedi ve içine fısıldadı hicranını kız...

yankılanan dumanımda,
ayak parmaklarımı acıtan ters terlik ömrüm
mürekkebi bitmiş yalnızlıklar kartezyeniyim
son sahnede perde inmesin diye inlediğim...
şehir rüzgarları kuruturken dudaklarımı
kendimi bilinmez soluklara atıyorum hasterim eylülî...

seni çok unuttum ben
en çok seni özlerken
sürüler geçti serüvenlerini bırakarak etime
ortalama hiçbir şeye inanmadım yine de
ne kıyıcığına kandım, ne de enginini arzuladım...

(sendin, etin arzuladığı zevkler kapısından hızla geçen...
koridorları ağır ağır sindirmedin içine, vardığın odaların sarhoşluğuyla; yanıldın...
günah küçük bahçelerde kırbaçlanacaktı, değişim ivedi yaşanırsa yıkım olacaktı,
sustuk,
biz susunca geriye sadece bedel kaldı...)

bir gün hiç kimse üzülmesin diye
hem de hiç kimse üzülmeden
gideceğim hiç kimseden
dedi ve ağladı kız depremler içinde...


IV.

cesetlerin kokusu tambûri bir gecede sızarken aramıza
ne olur kalk
giyin geceliğini
bir zambak gibi eğil sulara
sular ki sidik tortusu
göğsünde dört zamanlık sancın
tümör yalnızlıklar büyümese de neşende
ölüm
kanında usul usul salınacaktır...

("herkes gibi yaşasana sen "* yankılarında kırık orgazmı vaktin...çözümsüz kapama yaşamını ... kalk ...
ne olur kalk...)

ayağa kalkıp, ayakta kalmak istiyorum
bir büyük sessizlik olmazdan evvel
ilk kez dinlemek istiyorum kendimi
dedi ve ayaklandı zindanında kız...

yürüdün içime
tırnaksızlığımın pençesindeydim
sen yollarımı döşedin tuzaklarınla...
yönsüzdü suratsızlığım / her elde başka dokunuşlarla başkalaşıyordum
bilemezdin.../ bilemedik
o en güzelindeydin çağının... / bilemedim...

yüklü katarların gıcırtısı gibi yorgun geçse de ömrün
hep gül istedim
'gülüşün;
o bir kadını bir anda kız yapan
yanaklarının kavisinde iki küçük dünya sunan
gökyüzü gülüşlüm'
bilmeyeceksin bir daha geri dönmeyeceğimi...


V.

kibrit gibi titredim / yaralı bir çocuğun masallarına kanarken
koynumda namusunu ören saçsız kız
kuş adımlarında bir kule bir ev ve bir deniz çiz hıdırellezde
özlediğin taş, toprak, su değil bilirim
vuran çanda ezan sesi
bacaksız deniz böceği, iyotlu acısı
bir elsizin iskambil kozunda mahfuz kaldı sevdası...

ki yanağıma sıcağı değmedi sinenin
boz tüylü bir deveydin hörgücünde taş mezarlar taşıyan
hece hece gülen fransız kirpiklerin
en aşık olanı unutup,
riyaydı bilirim
seni han kapılarında bekleyeceğim yalancı saki(n)...

tek dostum sendin daimi gök
dedi ve çıldırtan güzelliğini savurdu küllerinden...


VI.

iki kültürün karmaşık kızı
çitlerine eğilemem uzatma çiçeklerini
ruhun topalsa istanbuldandır ,
tenin yanıyorsa türkülerdendir ,
yüreğin çatırdamaya başlamışsa / ülkene dönmen gerekmektedir
ardıç ağaçları, zeytin dalları ve erik çiçekleriyle bekleyeceğim seni...


iki yeryüzü ve tek gök vadedemem sana
bir aynam var üçümüzün bakışını saklayan yanlızca
sekizinci yılda, sekizi düşlerken
sırlı camın ardında bırakma beni
kimsesizim / tükenirim...tuzla eriyen salyangoz böceğinim...
duymak istediklerini söyleyemem
şimdi beni dinleyecek misin?

söylenmemiş tek bir söz olamaz
dedi ve kapattı hiddetle kapıyı kız...

sustuk,
biz susunca geriye sadece gazap kaldı...

(yaşam arkası arkasına kapanan kapıların yankısıyla yinelendi...
"yeniden başlamalarla geçti ömrümüz / iyimserliklerimizi duvarlara çarptılar"**
..tanrı hırçın bir çocuktu,tuzunu serpiyordu bütün dünyaya, her acı yeniden üreme şevki katıyordu ölmesini bilmeyene,
oysa en çok ölüm yakışıyordu şairlere, tuzla acıyla şiirde...)


VII.

kınalı gelin parmaklarıyla alev alev rakkase
ne olur kalk
ve kuşan kefenini gelinliğince
yağmura durmuş yüreği sıkıca avcunda
o sisli kederiydi dağıttığı
"karakterimiz kaderimizdir"***
dedi ataları, atalarımız bir irtihal biçmişti gençliğine...
oysa gözleri hiç de ölü değildi
ela iki elmas çürüyen yüzünde
'buradayım, sizi bekliyorum' diyordu isli kazanları homurdarken zebanilerin...

kalkıp bir bardak su veriyordum sana
liflerini, yapraklarını, dallarını, köklerini suluyordum saksında
susamışsın
yüzünü avcuma alıyordum / yüzün çiçek
yüzün taş oluklarda kurban saflığında
iri gözlerini dikiyordun / tavana
'tavana bakmak iyiydi, tavanda kalmamak şartıyla...'


'o iyi midir' diyordun
soluğunda yanıtını hiç de merak etmeyen işkilsiz kesinti...

susuyorduk
biz susunca geriye sadece gam kalıyordu..


'onu yazdım' / 'ona ağladım' / 'onu özledim'..
diyordun son nefesinle
çamurlu bir yağmura kayıyordu yüzümüz
usumuzda kabusların diriliyordu / sanrıların sancılı
boş mezarları çınlatan kız ölüleri yan yana uzanıyordu...

(odamızda eşyalarla oynaşan mum, sarsıntıyla bir büyüyüp bir küçülüyordu, gözbebeklerimiz de bu ritme uyuyordu... fakat odada olan ne gözlerimiz ne de ruhlarımızdı artık...uzak gecelere dalmış, sendeliyorduk...sırtımız, çatlayan vazo, soğuğu usul usul çeken...düşlerimizde binlerce ses, görüntü karmaşasından ,ölümü hisseden kara sinekler gibi hiçbir görüntüye hiçbir sese konamadan, telaşlı bir gençlikten geçiyorduk, bir atın yavan kuyruğunu yemezden evvel...
doğum gibi ölümün de hiçbir şatafatı yoktu ; herşeyi anlamlı kılma çabası olan sefahat düşkünlerini düşünürken, aklıma düşen közün kokusuyla irkildim...
şehir ölülerine ve evlerine gömülmüştü,
sen gitmiştin....)


VIII.

siyahı yarattı beşer / döne yakıla parçalandı anılar
bütün renkler kirlendi birden...

bir büyük büst gibi devrilirken geçmişim
gençliğimin ince sızısı tının
bir sonraki güne dağılırdı toprağım
bedeni damarlarından sarsılan suyu tuzun...

kirpikleri, opal çenesi, baldırları
güçlü bir kadının o en çok kabaran tüylü ve ihtişamlı hayvana benzediği an
kumunda herşeyden korkmanın tuhaf elzemi
içinin dehlizlerinde anahtarlarını bir bir pasa salıp
gitmiştin...
belki de
hiç gelmemiştin...

sen küçük kadın
yanaşma kız
dünyaya iğnelenmiş ucuz ve kaba broşlar kadar parlayacaksın
bütün yıldızlarınla dön
orada üçümüz de su perileri gibi yanacağız...


(ölüleri bol kentin, kaygan yağmurlarıyla aydınlanan kaldırımlarına bakıyorum şimdi,
iki karpuz ışığı taşıyan iri memeli sokak lambalarına...kunduz gecelerdeyim / kurumsal sorumluklarımı unutup, disiplinsiz çocukça sevinçlerle hırpalanıyorum...yapıtlarım dediğim enkazımda gömüt sızılarla çürüyor,o çok bilindik sualle dışlıyorum içselliğimi ;
'varoluşumuzu manalı kılan nedir'...
soru işaretleri kıvrılırken usuma
'sen ve şiirlerin' dedi kaktüslü teras
'iki gelecek korkutmasın seni
her ikisi de insanî
ya çocuklarını, ya da şiirlerini büyüteceksin
seçim sensin'...)

mangalın öteki yüzünü çevirdim birden,
çeyrek asırlık ömrüm bir de böyle yansın diye
cevşen asılı saati taşıyan duvar sıfır beşi vurdu
çamurlarla sıvalı kederim dökülürken kerpiç bedenimden ,
birden
dünya ne kadar kimsesizdi

sen ne kadar kimsesizdin, birden...
ben ne kadar kimsesizdim birden...

iki küçük saksıda boşluğa sarktı boyunlarımız, birden...

sustuk,

biz susunca geriye sadece gürültü kaldı...


25.06.2005 / İzmir

*Attila İlhan / Ağustos Çıkmazı
**Attila İlhan / Yorgunlar Sendikası
***Herakleitos

Ömür Nihan Akçalı

Gitmek ve Gelmek Arasında...






Gün gitmek ve kalmak arasında sallanır,
aşık olmuş kendi saydamlığına.
Dairesel öğleden sonrası şimdi bir körfezdir
dünyanın sarsıldığı hareketsizlikte.

Herşey görülebilir ve herşey kaçamaklı,
herşey yakında ve dokunulamaz.

Kâğıt, kitap, kurşun kalem, cam,
dinlenir adlarının gölgesinde.

Zaman zonklayan şakaklarımda tekrar eder
aynı değişmeyen kan hecesini.

Işık kayıtsız duvarı çevirir
hayalet gibi bir yansımalar tiyatrosuna.

Ben ortasında bulurum kendimi bir gözün,
gözetleyerek kendimi onun boş bakışında.

An dağılır. Hareketsiz,
Kalırım ve giderim: Bir duraklamayım.


Çeviren: Vehbi Taşar
İspanyolcadan Çeviren: Eliot Weinberger
Not: Octavia Paz 1990 Nobel Edebiyat ödülünü kazanmıştır.

Bir Acıya Kiracı...

sen ey kendiyle yetinen;
fosforun yeri gece.
ne yapar gecesiz ateşböceği?
belki anlamsız ve delice
kumrunun inanılmaz yuvası
bir direğin tepesinde.
ama boşluktur biraz da
bir kuşu biçimleyen.
bence böyle seni bilemem.

sen ey kendiyle yetinen;
ne derlerse desinler
su eğimine gidecek.
sen şaraba banılmış ekmek;
deltasıyız bütün sözlerin
ve söz sonunda bak nasıl
senle bana gelecek.

sen yarım kalmış bir aşkın
kaçınılmaz sürgünü,
katlanan göğsündeki kayaya
sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
ben bir çocuğa su vereyim burda.
ben ki kiracıyım bir acıya

sen imzalarsın sabah akşam
defterini bensizliğin,
bense kanla öderim
kirasını kaldığım evin.
bir takvimi tersten açardık
eğer isteseydin.

sen ey kendiyle yetinen;
artık suyumuz bulanık,
bir güneş bile olsa sonunda
yolumuz kırık, önümüz karanlık
ve ağır tuğrası alnımızda
padişah yalnızlığın
ama yine de umudumuz kalabalık

Metin Altıok...

Boyunayım...

ama enine olmayı tercih ederdim.
ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim
taşları ve o ana sevgisini emen
bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan,
bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazik ki
sanki özenle boyanmıs ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi,
pek yakında bütün yapraklarından birer birer döküleceğini bilmeden.
benimle karşılaştırılırsa, ölümsüz sayılır bir ağaç
ve bir çiçek o kadar uzun boylu değildir belki, ama kalkışmanın anlamını bilir,
bense ömrünü bir ağacın, cesaretini istiyorum bir çiçeğin.

bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında,
ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya.
aralarında yürüdüm, hiçbiri farkıma varmadan.
uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
ben de onlar gibiyim aslında –
düşüncelerim bulanır sonra.
uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda.
ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım:
o gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin


Sylvia Plath
Çev: Enis Akın

Köpük...

Oyun bitti ve her şey yerini buldu.
Akşamla ebedi kızlar anne oldu.
Aynalara bakma, aynalar fenalık;
Denizi, sonsuz olanı düşün artık.
Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak;
Oradayım hep ben, orada, derinde,
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.


Ahmet Muhip DRANAS

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka ...

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey ! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
Dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
Menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
Her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
Deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor
avuçlarım"
Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park
bekçisinin
Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi
sallanaraktan

Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda
aranan
Korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
Korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe
ışıklarında
Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan
olmalarıyla
Korkunçtur korkunç!
Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca
Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
Ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
Birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla

Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
Bu kadarcık bir şey-İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza
Örneğin bir kahve falı ? Az müzik ? Diyorum biraz İskambil!..
Ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım
ayrıca
- Dört kişiyiz!
- Hayır on!.
- Bin kişiyiz!
- Bana kalırsa..
Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu bire bir
unutulmaya
Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz ? Ne tuhaf biraz
anlıyorum

- Üç karo!
- Pas diyorum!
- Susalım baylar, dört kupa!
Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz ? Susalım!
Susalım-Niye susalım-Anılar mı dediniz ? Ne sesli bir
vuruşma!
Ya sonra ? Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
Gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada
Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum-Sahi mi- ama isterseniz siz olun
Siz olun, biz olalım kim olacak ? -Hep böyle oyalansanıza
Yani "Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
Gibi oyalansanıza
Biraz oyalansanıza.

Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda

Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.

(1961)

Edip Cansever...

Suç-um...

“mea culpa!”*


ı

ayaklarına iplerden yol örmüş

sökül diyor /sökül de kusayım utancın kapkara gırtlağına

ayaklarına iplerden yollar örmüş /bilse boşlukta gezinen düğümü

“en içindeki”

(çözülecek karşımda)


ıı

oyluklarıma gizlenen kara çocukların dilindeki türkü

dökül diyor suya /avuçlarımız ak-lansın/

oysa düğüm vurdum-duymaz /kussan da duymaz

susmuş akamaz


ııı

/secdenin alın yazısına dokunuyor

aklıyorum kendimi tanrının günahlarından

(çözülsün dili karşımda)


ıv

düğüm düğümlendikçe çoğalıyor ip ayaklarında


v

kadrimi bildim

suç-umu ibraz ettim

dilimi düğümledim

elimi keşf-ettim ten evreninde

günümü gördüm

gecemi düş-tüm

yolumu zamanladım

kalbimi durdurdum



bıraktım iğdeleri dalında

kokuya eğildim

çiçeği konuştum

(dile gelsin dedim)

..




nerede kalmıştık bu cehennem ateşini yakmada /dilde gezinmede /ıslak toprağın çamurunu tene bulamada /ipi ayağa yol-suz kılmada /susmanın çığlığında /iki kişilik yalnızlıkta


vıı

sökül diyor ipe

-tanrının günahlarını ben işledim- diyorum

/aldırmadan yol oluyor içime


vııı

çatırdasın idil eğlediğim bu-dala




*
suçlu benim!

Ela Dinçer...

Olvido...

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.

Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.

Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.

Ahmet Muhip Dranas

Ağrı...

Vardım eteğine,secdeye kapandım;
Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
Karlı başın yüce dedikleyin yüce,
Sükûn içindeki heybetin gönlümce.
Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
Şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
Hayâl arkasında boş çırpınışların
Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
Bir gemisin göklerde demirli
Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
Açan o ağulu çiçek delilikte,
Gir sır mezara cesetle birlikte,
Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
Yılan ağzındaki elma... Ey, ateşi
En derin yerinde gizli gizli yanan!

Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
İnsanın göresi olmaz manzarayı
Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
Yıkılıyor... Duygu bir kartal hızıyla
Fırlıyor engine sevinç avazıyla
Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
Hep öyle başımın üstünde dursunlar
Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
Yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
Yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
En derin uykular, en tatlı uykular.

Ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
İçinden gelmişiz sana, atlı yaya,
Attığımız okta kısmeti bulmaya.
Yitik, perişandır elbet bencileyin
Pişmanlığın ırgat olup geceleyin
Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
Ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
Ayaküstü günah işlenen gecede
Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
Büyülü kadehin zehrinden içmişi
Serin yalanında kandırmaz her pınar.
Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
Ya da bir teknede açılmış bir delik;
Hangi pencereye koşarsan ahretlik
Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
Her adım attığın yeri basan bir sis.
Hangi yana baksam onu görüyorum:
İnancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
Günah kapılarının aralandığı,
Tanrıların bile avaralandığı
Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
Sana tapınanlar kardeşimdi benim;
Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
Kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
En yırtıcı, en aç hayvanların ini
İçimin göz görmez mağaralarıma gir
Senin girmediğin yerde haset, kibir
Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
Teneşir başında oynaşan çirkinler
Engerek düğümü doğuran gelinler,
Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
Cehennem halayı çeken bin iskelet
Ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
Senin bağışından yoksun kucaklarda
Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
Ağrı'ya eş bir dağ olsaydı içimde
İlkin şu gönlüme doğardın her sabah,
Daha her yer geceyken sarardın, gümrah
Sarı saçlarınla benim varlığımı,
Kendimde taşırdım kendi taptığımı...
Ağrı'ya eş yüce bir dağ yok içimde
Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.

Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
Bu yalnız inilti esen manzaradan
Bir çaresiz ay'dır sallanan aradan;
Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
Can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
İlenişlerinden insanın bir şarkı
Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
Altında her kalbe esenlik payı var;
Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
Vurup alnımıza serin gölgesini,
Bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
Her kazazedenin müjdesi bir ada,
Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
Koparırken elin taze meyvaları
Öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
Kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
Çile pazarında cana pey sürümü
Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
Ölümsüz barışa gülen şafakları,
Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
Vuran bir toz parçası değilse eğer
Küçük gövdesine budur giren ölüm,
Onun yüzünü bizden çeviren ölüm...

Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
Bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
Ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
Ve geri getirdin o sürgünlerini?
Nerde buldun tekrar eski günlerini
Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
Ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
Bizden gidenlerin bir gün en yakını
Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
Söğütlerin nazlı dalları içinden
Ki o altın saman yolları içinden
Bir sabahı özleyen şu taze kadın
Yatsın başyastığına anılarının;

Bir makine sesiyle işleyen kalbi
Alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
Beni de hep kendi kendimin izinde
Fenerinle yolumu aydınlatarak
Barış çeşmesini aramaya bırak,
Budur yaşadığın sürece görevin;
Gecelerin birinde, solgun alevin
Güne yenilmeye başladığı zaman
Üstüne başımın düştüğü kitaptan
Eser Mevlânâ'nın üflediği rüzgâr...
İşte, gam türküsü söyleyen kamışlar
Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
Her şey bu ışıltı ardından görünür
O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
Seni uykuya çekip götüren elim
Kadınım, ayışığı içinden şu anda
Aldanış diye ne varsa bir insanda
O daldan tutuyor...Böyledir bu. Kader
Kavuşur sabaha en uzun geceler
Ve serin durur her avunuş testisi.

Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
Önünde köpürüp şahlanmada engin;
Yolcusu olduğun nihayetsizliğin
Bir ucu Allah'ta ve sende bir ucu.
Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
Ey sonuca doğru ilkuçtan gelen Dağ!
Göğü perde perde delip yükselen Dağ!

Ahmet Muhip DRANAS