Mutsuz Sirk Palyaçolarına Benden Selam Söyleyin... Gökçehan Daçe

Periler, Şarkılar, Büyücüler...

Büyümüşte küçülmüş düşlerimde
Evvel zaman içinde militan bir aşk büyüttüm
Gece soluğumu kesip,
Avuçlarıma kanayan birkaç hece bırakana dek
Usuma düşen hiçbir sanrıya yüz vermedim
Küçüldüm, gitgide küçüldüm
Periler salıncak kurup sallandı saçlarımda…

Bugün günlerden -ıssızlık-
Pembe panjurlu evin tavan arasında oynaşan fareler bile ıpıssız
-Anne bakışlarında üşüyen bir çocuğun düşü kadar savunmasızım-
Üsküdar kaçkını bir zamparanın
Sol bacağındaki kesik kadar soğuk…
Mazinin meziyetli hallerimden
Ve sersem imgelerimden alıp veremediği bir şeyler olmalı.
/Bir bakışa asılı kalıp,
Ruhumu gökyüzünden süzülen renklerde yüzdürüyorum/

Zaman dirilirken, sesler dinginleşiyor
-Renklerin suya düşen tenhalığıyla örtüşüyor ruh-
Sakar büyücü güneşi törpüleyip,
Pejmürde aşkları tütsülerken
Ölüm döşeğindeki bir tanrının en son repliğini duymazdan geliyorum…

Ilık bir yağmuru bütün gücümle sarmalayıp
Nar bahçelerinde yılışık bitkilerle söyleşiyorum
Sanki evren zil zurna kelimelerimi hiçliyor gibi
Sanki tuhaf gezegenler dönüp duruyor başımda
Ruhumun çelimsiz melodileri otuz iki yerinden bıçaklıyor beynimi.

Zamanı rengarenk boyayan büyücüler
Kıvrak danslarıyla şarkılar söyleyen çingeneler,
Ve masal kahramanlarına adamakıllı söven bir dilenci
Gökten üç elma düşürüyor bu şiirin duldasına…
-Islak şiirler ayaza dönüyor yüzünü-

Yıldızlar uğulduyor, ay kendinden geçmiş
Caddelerde yalınayak dolaşıyor insanlar
-Hıçkıran bir senfoninin eşliğinde diz çöküyor periler-
Sorgular taşıyor tarihlerden
Sessice gidiyor yelkovan
Açlığım vuruyor denize…

Aslı Ardıç
Temmuz-Eylül2008



Değmedikleri Yerde Bahçeler...

Dinlerken ay kendini buhurdandan savrulan
yanık ünlemlerle,
Dalgın tireler eski bir sıcak taş üzere
uzanmışken, unutmuşken direnmeyi
biricik umutsuzluk açısında,
Bu yanlış halkada kendine kapanan şakra
geri dönmeyecek şerareyi arıyor;
kara bir ölüm bilyasını ölçerek gelen su ve
avcıotlarında.

Koştu su yaman bir gökdil zarfında, ağladı.
Açtı. Yeni bir kalem denli.
Bir çeşmenin ağzında yiten safir lapisi
mor bir cesetin burnuna takılmış buldu.
Çökertti tetikte duran yıkım alanlarını da.
Bedenlerin karmaşık ikliminde can çekiştirdi biçimi,
Her kılıkta cirit atan bir imparatoriçenin emrinde.
Aynada güreşen bir ağaca, bir güneşe takılarak
saçlara dolanan dudağı kustu suçunu, porselen
duvarlara gizlenmiş kahverengi masalların,
suskun bir tansökümünde.

Şimdi varacağı boy sezilemez.
Solgun bir mum mavisidir belki,
belki yaşayakalan ölümdür,
bütün yanık ünlemler tekrarında!

Nilgün Marmara

17.

organlar dolaşıyor en şık urbalarıyla
yanlarında sürüdükleri salya sümük orgazm itleri
kusarken doğal sevinin göz ucuna
korkunç ve vahşi tayları dizginlenemeyen ten
düzüşme eğrilerinin ve ölü seviciliğinin bokunu çıkarırdı
yaşayan değil ölü ya da yarı ölü bedenler
organları uğruna cinayetler işler cinnetler geçirirken
vajina suratlı dişiller fallus suratlı eriller
dayandıkları ve bastırdıkları bedenlerin çöküntüleri altında
inlerlerdi
inleyiş küçük arı ve şirret inleyiş yalan duyguların
kaypak hazlarında vahşi bir söylendi
kentin caddelerinde çıngırak dilli çığırtkanların ete daveti
daha da azdırırdı kızışmış organları

fantezi ve düzüşme pratiklerinin ortasında
kan gülümseyen bir vajina içine alacağı bir fallus ararken
en köhne fallusun kalkık burnu estetik bir anıttı
birbirine giren ve çıkan bedenlerin dili
oral çağrışımlarla zenginleşirken her şey
bacak aralarına sıkıştırılmış kapitalist bir tüketim çılgınlığıydı
cıngılında ideal bedenlerin sunulduğu
perde gerisi buyruklarda bir fare zehiri bile
klitoris anlamlandırma düzeyinde hoş bir bedenin
bacak arası merkezinde pazarlanıyordu
aslolan pazarlamanın ve metanın gücüydü
aşırı boyanmış ve gülümseyen o kızıl rujlu vajina
libidosuna söz geçiremeyen azgın semirmiş ve kalkık fallus
anıtsal betimiydi zamanın çağın ve çürüyüşün

yaşanan; nasıldı ki?..

Nilgün Marmara

Krizalit Kristalin...



Rüzgar çanı sesli bir uçurumda
Krizalit Kristalin
Hiç görmediğim birşeye benziyordu.
Gölgeler diyarı,
İç içe geçmiş labirent bilmeceler
Hızla beliren tuhaf/anlamsız şekiller
Krizalit Kristalin kaybolup gidiyordu.
Rüzgar çanı sesleri uğuldarken durdum.
Ruhum bedenimden geçip giderken
Kendime baktım.
Krizalit Kristalin neydi
Krizalit Kristalin ben neydim
Uğultular büyüyordu
Krizalit Kristalin
Beni içine alıyordu

Söz - Müzik: İlhan İrem Seslendiren: Hansu İrem

Aykırı...

düş dağınıklığında yatağım
gözlerimde diş izleri
katıksız bir ölüm
gecede çoğalan

ve yattığım yerdeki
acının motiflerinde
kanar oyası yüreğimin

zamanla dayanağımı kopardığımda
varoluşa aykırıydım

özlem cinayetleri
karaya demir atan
büyür seslerde kin
tersine dönerken
masaüstü takviminde saniye

ve müthiş bir yokluk
öykülerden alınıp
gömülür son esrarlı dağa

kız kaçıran bir umudun
ışıltısı dolunayda
ezberletir tüm şiirleri
yalnızlığıma

şimdilik misafirim doğada

Kaynak: KAN, İzlek Yayınları, Mart 1997

Savrulan Beden...

Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!

Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm
bu solgun yürek için.
Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir.,
bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi.

Yitiyor işte gözardı edilen bedenim,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden
Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!

Bilirmiydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!

Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!

Ocak, 1982

Nilgün Marmara

Bu Gece En Hüzünlü Şiiri Yazabilirim...

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.
Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece
Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında
Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim
O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla
Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi.
Ota düşen çiy gibi, düşmekle şiir cana
Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa.
Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana
Hepsi bu. uzaklarda şarkı söylüyor biri.
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi
Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana

Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim
Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona
Ellere yar olur. öpmemden önceki gibi.
O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla
Artık sevmiyorum ya severim belki yine
Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda
Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca

Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona

Pablo Neruda

Oda...

Gün günden odamın şeklini alıyorum
İşliyorum bu iniltili varlığı yeniden
Kimbilir, duyuyorum yazgısını belki de
Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye
Dal olan bir böceğin
O garip yazgısını

Ne ölüme benzer ne ölümsüzlüğe.

Edip Cansever...

...

Bundan böyle baktığımda gömütsü ince boşluğa bile-
mem martılar neye göre toplanırlar bilemem dizle-
rim neden çözülür böylesine güçsüzleşir dolaşımı ka-
nımın uyuşurum bunca değişken mavinin görümün-
de uçarım ve karşı kıyı tehdit okunu kırdıkça suna-
ğım orasıdır pek sık çiçeklerle ve cesetlerle giderim
iyice daha sunmaya...

Ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin
her gözeneği.

Açar açmaz arkı daldı bir bir kelebek içeri,
Döndün sandım beyazı görünce,
Birleştirerek tenimden yayılan
koku ile
uçanın sonsuzluk imgesini.

Tutuyorum sevi çanını ellerimde,
Vurgusu ben'e dönük, yankısı çocukluğa.
Kendi ışıltısı deviniyor kendinde
katlanarak doyumu
töze doğru yayılıyor
başkayla aramızdaki
kimsesizliğe.

Şimdi hayır derken
sevişiyorum seviyle ben.

Nilgün Marmara

Kaz Dağlarından Maviye Dek...

herkesin gecesi diyelim
şöyle başlasın
önce ürperten karanlık bir yatak
yolu yok uyuyacaksın
kaz dağlarından maviye dek
sana hüzzam makamında endişeler

kimi zaman güneşli bir kıyısın
yalnız bir çocukta
zamanla kirleneceksin sintine atıklarından
uzak denizlere özlemin yüzünden
bir düş diyelim
göreceksin
yarı açık gözlerinde
kara perdelere sürünen acıklı renkler

dev küvetinin içine mavi tıkıştırmış
körfez ardındaki
belden aşağısı beyaz dağlar
tül gizeminde çekici
gölgelerle koyulmuş yerleri
bir iç deniz diyelim
irkileceksin
gece kıpırdayacak korkulu adımlardan
üzerinde yürüyeceksin tedirgin

gittikçe ikileşeceksin
gölgelerin güven giyinecek
ay düşecek kimi yerlerine
giysin maviye çalık ak desen
duvar duvarlığını bilecek
gece geceliğini
sana sarıldıkça onun olacaksın
kuşkuların yedi emin’ e emanet
zorla alacak seni
al halkalara bezenmiş bileklerinden

dönüşümler diyelim
yalnızlık mı diyorsun
diyorum ki
dünyadaki tek yalnızsındır sen
yüksek tepeler, yamaçlar, vadiler, düzlükler, kıyı kuşları, deniz kenarları
ve suya yürüyen yengeçler, mercanlar, su canlıları
karanlık suyladırlar
tersine oluşumlarından
çoğaltırlar bizleriyse

bir çırpıda geçti işte
saat kalk çalıyor israfil’ in nefesinden
geceden sıyrılabilirsin artık
yeniden kavgalara, yeniden güneşlere
sabahlara angın seslerini düşle uyanışının

gelip geçti diyelim
herkesin gecesi uykuların
yolu yok yine gelecek
balık kokusu, ağ sarmalı, saz kulübesi, çam gölgesi, tuz bedeni, güz hüznü
ve tan söküşü, ay dönümü, can bedeni
her sabahla yeniden gelecek

söz tükendi
karada gece çoktan renk örtündü
kasırgaların boz girdaplarında sabahlanamaz

karanlık gece
şimdi şen ve esen bir yurt gibi sarıl bana
ki kulağıma fısıldadığın tüm adların
hakkını vermeye sulara döneyim
hükmünü vermeye döneyim
kaz dağlarından maviye dek
ölüm gibi sonu yok uyanışının

Ömer Serdar

Bana Doğru Gelen Kim?...

Bana Doğru Gelen Kim?

'BANA DOĞRU GELEN KİM? 'YA DA
ŞİMDİKİ ZAMANDA
BİR MOBİL, BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS

Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yokedilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.
Her an, hoş geldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorum
tavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme
karşın - lal rengi, çivit mavisi ve sarı - ve onların yalanlamalarını - tutku, dinginlik ve ölüm -
kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi - bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.
Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene
karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve
devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte
olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam,
nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra...

Şimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın,
sürdürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip
geçinceye ve 'Bana doğru giden kim? ' in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!

Nilgün Marmara

Gizdüşüm...

Boşlukta kemiklerin kanattığı karanlık: Sürekli,
geceye bölünen saatlerin asıldığı yer. Kıyı boyunca
çalınan sabah: Esrik tin. Sehpada unuttum başımı, us yitik.
Divansızların bembeyaz ayetleri gibi peşin hüküm giydik.
Gözlerim deniziğnesi.
Kırıl benliğimin benli gözenekleri
İçinde, sürgünlerin gizli sessizliği.
Alnıma dayarım güz görümlük ömrümü, seherin cılız eliyle.
Uzaktaki vahşi güle hüzün kokarım. Ve ölüm ardıma leke
düşer, gözlerimden çekilen sıcaklık korkuluk yüzümde
soğur soğur, iki kaş arasında yenilir kendine uzun yol.
Çiçek tüter düşler karanlığı kısıp pencerede
gök uçurtma çeker yıldız çölüne
Bir ışık örtüsü açılacak göğe, acılaşan gecede; suya ateş
düşüp kirpiklerime gömülecek, yüzüme sıkışmış erguvan
ölüleri. Dilenci kızlara serpinti yağmurun kırık sesi.
Ay batışı gözlere iki ezgi gibi hüzün çökerim, tetikte
yalnız kalan gölgemle. Sıkıntımın yıldız sefası, n'olur
kapatma kollarını, sakalıma basma sabah. Denk cepheli
çalışmalar ederi kadar başlık paramız, asmayın bizi.
Güvencin uçuşu, alabildiğine rüzgâr;
gez arpacık göz tetikte.
Ölüm açmazda bekleyen kuş seslerine sağanak: Bakire
umutlar. Görünmez viranlığım. Çiğ damlacıkları...
Soluğunda sevişen fesleğenlerin, üç kulaç kurşuni sudan
gözlerini saran kokusu; sendeleyen hoş bir yaşam,
inanç yüklü gülüşlerde. Gecenin sararmış mühründe billurlaşan
sessizliğe dolunay doğarım.
Düş artık yakamdan
güneş kırıklarına dadanan sevda.

Kaan İNCE


Pavor Nocturnus Ya da Delikli Uykular...

Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok! Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu. Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar... Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?
Nilgün Marmara

Ancak Yazgıdır Bu...

Sen ne getirdin bana çocukluğundan?
şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı?
Üzüncün senin hangi çağrışımlara uzandı
benim eskil saatlerimde?
geçmişsiz ve geleceksiz suç sevinçleri,
deniz kıpırtılarınca yürek dalgalanmaları?
titreyerek uçurulan köpükten balonlar,
anlık aşkın tasarımlar mı?


nasıl bir ak konutun isteklendiricisi oldun
anılarıma düz baktıran
ah, ben pembe fistanımla kuşanırdım
dantelalı tafta yumuşaklıkla
savaşırdım kovmaya, çifte yetkeyi
hiçlemeye annemi ve uykuyu
öğle sonlarında ürkünç odaların!


diledin mi yanında tümden varolmayı an için
ve bir kaç sonrasında hiç yokmuşçasına
beklememeyi bir şey çevremdekilerin uyumundan başkaca?


yok böyle bir şey yok!
sunduğun sağaltımı kaçkın bir geçmiş,
sayrılık tutsağı bir gelecek duyumu bulanık,
sisi varlığının üzünç kanıtı bir vaktin
şimd'i_
beni bağışlayan sarsan
aşan bizleri mor birliktelik…


Nilgün Marmara

Rüzgarın Yırtık Yeri...

saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
sen kimin yetimisin,
kimi bekliyorsun durduğun yerde?
sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
sarıp sarmalıyor seni,
gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
bak ömrün yarılandı,
karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
yara bere içinde morarıyor şiirlerin.

artık tutunacak kimsen kalmadı,
nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
bütün ölümleri gör,
birini evlat edin kendine.
oysa sen, boş bir kabın taş darası.
yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
gemilere bin, trenlere atla.
kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.


ne kadar tıkasan kulaklarını,
duymamaya çalışsan
göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
görmesen seslerden anlıyorsun.
kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
çakılısın buzdan çivilerle
boynu bükük bir haçın üstünde.
yerde buluyorsun kendini her sabah,
yeniden gerilmek üzere,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
daha ne bekliyorsun durduğun yerde?

katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
bilicinin ürpererek söylediği
sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
tırnaklarını denemek için
yılanın deri değiştirmesini,
gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
aksayarak yürüyen umudun arkasından
gülün kanayan hüznünü gördün.

işte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
toptan ve perakende,
pantolon ütüsünün keskinliğine,
bozulup bütünlenmesine paranın,
mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
yabancı işçiliğine martının
deniz olmayan bir uzak ülkede,
daha binlerce, binlerce şeye.
yaz bunları ve imzala sana yetecekse.

bana delik deşik bir yürekle
pası küflü, çürümeyi söyle.
yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
bana göçüğün kırık kemiklerini,
sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini
ve bunlardan payına düşeni söyle.
ne kadarı kaldı babandan,
sen ne ekledin üstüne,
acının sana getirdiği ürem ne?
şair bana mutluluktan söz etme,
beyaz baston kullanan bir dille.

işte tanıksın daha nelere?
testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
bakır kaplara sürüyorlar seni
şair hiçbir tansık bekleme,
dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
sen ey gülünç ve deli mesih;
ölmeyi bilmediğine göre,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
pelteleşmiş yapışkan haçını
ıslık çalarak sokaklarda sürükle.

Metin Altıok...

Gece Şiirleri...

1. D E V R İ K Y Ü R E K S A V U N M A S I

Çiy doladım kasnağına gecenin. Işıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgârı.
Giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. Kokunda korku. Kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. Ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. Devrik yürek savunması ömrüm.
Yaşlı bir adam vurgun yemiş. Kuşlar. Düşler.
Kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdiveninin dik soluğuna. Ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden.

2. I S S I Z L I K S Ü R Ü S Ü

Sıcak bir buğu düşürdüler ceplerinden, kışın gelişini
gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken. Sonuna vardım
ufuk renginin, gündüz rüyalarımda gördüğüm. Gün sayıyor
kör eşgalim. Sönüyor gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti.
Zaman çağlıyor, ömrümü biçmeden. Çölde ıssızlık sürüsü
gecelerim. Pencerelerden akan yollarda usulca büyüyor
hüzün. İsyan dumanları. Bir kıyı, boğulduğum. Suçluyum.
Talan edilmiş sokaklara yeleler taktım, yenilgilerimi
asmak için. Korku salmış düş dudaklarına. Üzgünüm.

3. B U Y R U K

Gecenin deniz kanatlarında, bir kuşun sesine dalmış
düş topluyorum, gözlerime öpücük. Kendine açan bir ışığı
emiyor kalbim. Kara tren, sisler durağında akıntısı
kavuşmanın. Ten, sahili gurbetin. Dalga dalga köpürüyorum
aşka. Buyruk: Tez boynu vurula!

4. H A R İ T A

Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş değil
bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu sular,
şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak geri dönmemek
için? Hüzünkıran ardında saklanan kalbimle, artık, okyanuslara
açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Ama kavuşmalar ayrılıktır
bazen.


Kaan İNCE

Aşk ve Katil...

uzaklık avutur
ve sessizlik başlar acıtmaya

ihanet, ayrılığa borçlanmaktır
bilinmez, kimden akar en çok kan orda

her aşk bir gün, kendi katilini bulur
silah çeker biri, öteki ortak olur suça

mecalim yok yeni cinayetlere, körelmiş maharetim
bir kurbanım var ki, öldüm ölesi bende yaşar

şifrelerimi çözdüm, buydu son ustalığım
gönlüm dehlizimde beni boş yere arar

bütün yakınlarımı buluşturdu vicdanım
benden eksilen hakikat, fazlaymış artık hayata

tek mülküm kaderimdi, vedalaştım
unutulur emanette zaten, ruhum da

görgü tanıkları, posta güvercinleri, akbabalar
aşk çekişen biri var olay yerinde, belki o aklar

kundakladım gövdemi, ankazdan ibaretti o da
parola sordu birbirine dağılmış parçalarım
yüzüme sürmek için sakil sözler aradım
iyice sürttüm çehremi toprağa,
rengim atsın, aşınsın harflerim
bir parem düşman olsun kırkına

ücramla çarpıştım yetmedi
omuzbaşımla barıştım dinmedi
kapattım sesimi, ışığımı söndürdüm
yaktım, benden kalan ne varsa

küllerimi bulduğum bu kuyu köşede
bir hava kabarcığı altında

GÖRDÜM:

beni uzaklık avutmuş
sessizlik acıtmış seni

Akif Kurtuluş

Sitem...

Ben ona sıkıntılı güz günlerinde
Yedi renkli yaz yağmurları dilemiştim
Kırmak istememiştim duygu filizlerini
Büyük bir ustalıkla susturup içimdeki uğultuyu
Rüzgarımı olanca yumuşaklığıyla salmıştım üzerine
İncinmesin diye tek
Acıyı bile ters yüz eden
İncelikli bir gülümsemeyle yüzümde

Ben ona gittikçe soğuyan zamanlarda
Sıcacık bir sığınak olayım istemiştim
İnsanlar içinde üşüdükçe
Güvenle gelebileceği

Kuşların kanatları neden vardır?
Bir insan neden ağlar yarı yaşına gelince?
Bulutlar gökyüzünün yükü müdür, süsü müdür?
Tutsağı mıdır rüzgarın, sevgilisi midir?
Konuşayım istemiştim bir yüreğin dilince
Yanıtı olmayan sorularda boğmak istememiştim

Ben ona sabah olamasam da
Dingin bir ikindi olayım istemişimdir
Herşeyin usul usul durulduğu saatlerde gelsin
Yüzünde uçuk bir gülümsemeyle
Yaslasın yorgunluğunu gövdemin yaşlı çınarına
Serip üzerine yapraklarımın ağırlıksız yorganını
Dinlendireyim istemiştim
Üşütmek istememiştim.

Ben ona,sevgi bir büyük DeRiNDeNiZ
Ömür bir köpüktür demiştim dalgaların ucunda
Uçuşan kırılan dağlan çoğalan;
Mavi resimler çizerek nemli bir sesle
Kentin,yürüyüşüyle güzelleşen yollarına...
Ne köpüksüz deniz,ne denizsiz köpük olur
Ve kimse bilemez demiştim hangi kıyılara vuracağını...
Alıp o ak köpüğü avuçlarıma,zamansız
Öldürmek istememiştim,çarparak yüreğimin kayalarına...

Ben ona ne istemişsem bu yalnızlık aylarında
Gecikmiş... İnce... Güzel ve uzak...
Biraz da kendime istemiştim
Sevgi adına

ŞÜKRÜ ERBAŞ

Gizi Kazınmış Aynada Yüzyüze Geldiler...

Pencerede elmas tanecikler ve çevresinde delikler. Göz için. Deli. Çöl faresi. Kum bekçisi. Cımbız gözlü. İğne burunlu. Eskiden bir yıldızmış. Göğünü yitirmiş. Kumda şimdi. Falına bakıyor. Yeniden dönecek mi? Taneleri kimi zaman tek çıksın diye sayıyor. Olmuyor, çift çıkıyor. Bazen "çift" tutuyor içinden. Bu kez de tek çıkıyor. Bulamıyor gök kuma hangi sayıyla yazılmış. Geceleri iyice umutsuz, renk körü... Çölde her şey birbirine karışıyor. Yakınındaki ev bir canavar, kıpırtısız, tetikte. Penceresinde elmas tanecikleri var, bunun ayrımında. Ardında bir karaltı bazen; izleniyor, bunun da ayrımında. Cımbız gözlerini belli etmeden odaklıyor pencereye doğru, dönüp, dikeliyor. Işıklıysa zaman, maki şemsiyesinin gölgesine sığınıyor. Bulutlu günler saydığı, bir yana aktardığı kum taneciklerinden oluşan tepenin üzerine tünüyor. Paranoyak bir fare. Canavardan çok korkuyor. Çöle eklenmiş denize bakıyor geride duran elmas çerçeveyi unutmadan. Her ikisini de anlamıyor. İkiye ayırıyor tek ve çift gibi. Arkadaki canavarın sayısı tek, önünde açılan mavilik çift. Suya varamıyor, ıslanma korkusu var, eve de dokunamaz; her gün her gece orada tek başına; pencere; karaltı; canavar... Dehlize iniyor, ürpertiyle kıvrılıyor karanlığa. Çıkarsam, çıkarsam, bakacak aşağılayarak, anlayışsız, ezercesine, bakacak bana. Denize bakıyormuş gibi yapıyor beni izliyor, saydığım tanecikleri, şemsiyemi, dehlizime inen delikleri... Gözlerime bakıyor. Gözlerimi cımbıza benzetiyor, iğne burunlu diyor bana, deli diyor, kum bekçisi diyor, göğünü yitirmiş bir yıldız diyor bana, kumda fal baktığımı sanıyor, gök haritasındaki yerimi bulmaya çalıştığımı. Renk körüymüşüm, paranoyakmışım, umutsuzmuşum, korkuyormuşum denizden evden ondan. Dehlizimde tetikte beklediğimi düşünüyor, tedirgin olduğumu. Bilmez ki tüyle kaplanmış et ve kanda akışan hayvan erincini. Diş ve tırnak ve kıymık ve kürk ve hız ve kayma ve... Dişlerini gösterecek bir gün, maskesi düşecek diye düşünecek. Hayvan dişlerini. Hayvan güldü. Güldü hayvan, oysa bilemez. Öfke sanacak, saldırıdaki inceliği öfke bilecek, kin kabul edecek tümünü, dişi, tırnağı, kuyruğu, kürkü, hızı, kaymayı. Her gün her gece her an önünü ve ardını düşünüyor. Hiç bir düş kurmadan, yalnızca ön ve art. Art ve ön. Uluma ve dokunma korkusunu yenerse suya dalabilir, yüzebilir, dönüp canavara tırmanabilir. Pencerenin elmas taneciklerinden birine yakın durup bir deliğe yaklaşarak dişlerini gösterebilir. Öç alma duygusuyla yanarak "Neden büyüdünüz, genleştiniz, yayıldınız, gövdelerinizle, aletlerinizle, anlaklarınızla, aşklarınızla, ağlatılarınızla, güldürülerinizle, yüceliklerle, bayağılıklarla; bu yerküreyi nasıl iyeliğinizin bir yapıtı olarak algılıyor onu alt etmeye çalışıyorsunuz?" sorabilir. Neden ve nasılla, damarlarında akışan hınç dile, dişe gelir o zaman. Benden tiksiniyor. Donanımlı olduğumu sanıyor, kürkümün bir zamanlar olduğunu, sonra yok olduğunu varsayıyor.
Nilgün Marmara...

Geceye Şarkı...

1
Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.

2
Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken, düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan diyarlara,
Oralara ancak feda edersek girebiliriz düşlerimizi.

3
Sen ey kapkara yürek, ey karanlık gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış maske -
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.

4
Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.

5
Bu huzur - ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen -
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları -
Böylece içten kanasınlar yalnızca -
Sen, ey acıların tatlı anası!

6
Bırak, suskunluğum senin şarkın olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda -
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.

7
Toprakta ölüşlerini duydum çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir şarkıyı,
Gece, ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek - yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.

8
Suskundu karanlık, beni söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim -
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını -
Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!

9
Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!

10
Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının sessizliğiyle dolaşan.

11
Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.

12
Geceyarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin yanında,
Ölü bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gökkubbesin, bir zamanlar yıldızının parladığı,
Bir Gökkubbe, artık hiç bir Tanrı'nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen
GEORG TRAKL

Çeviri : Ahmet Cemal

Notaları Kurşunlanmış Bir Şarkıdır Yalnızlık...

“Le Bruyere, bir yerlerde, ‘yalnız olmamak gibi büyük bir mutsuzluk!’ der. Kendi kendilerine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki.Bir başka bilge, yanılmıyorsam Pascal da,‘neredeyse bütün dertler odamızda kalmayı bilmememizden geliyor başımıza’ der; böylece, içekapanış hücresinde, mutluluğu devinmede, bir de yüzyılımızın deyimiyle kardeşcil diye adlandırılabileceğimiz bir fuhuşta arayanları getirir usumuza.”

-Baudelaire-

Yalnızlığın Atlası:

I

Hayat, çarpar ya ağırlığını camlarına evlerin, ışıklara aldanmayın, evler de yalnızlıktır, evler de...Siz çekersiniz gece büyür, gece çeker de bazen siz küçülürsünüz; geceler yalnızlıktır...

Yalnızlığın tablosunu çizer ufukta biri, atlasını yalnızlığın uzak sularda bir gemici; birileri sınırlar koyar, haritalar basar biri… Oysa harita basan bütün matbaalar suçlu, bütün silgiler yalancıdır.Haritalar yalnızlıktır...

Kaç bin ışık yıl uzağız belki de en uygar gezegene.

Ay tutulur-

sa ay orda bir yalnızlıktır.

Yalnızlıktır emzirdiğimiz göz göre göre...

II

Yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak. Biz yine de çiçekleri sulamayı unutmayalım, ama yalnızlığımız çiçeklere de kalmaya- cak...Bu gezegen her gün milyonlarca ton ağırlaşıyor; her gün aşksız, azıksız azalıyoruz. Azalıyoruz, çoğalıyoruz; ikisini birlikte tartsak azlığımız çok gelecek.

Yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak! Bunu bilmek için kutsal kitaplara gerek yok; işte hiç de kutsanmayan bir kitap bile bunu söylü- yorsa, inanın, yalnızlığımız kitaplara da sığmayacak.

III

Bir ölüdenizdir yalnızlık...

Bir çınarın upuzun gölgesidir çınar boylu yalnızlık.

Atlasına akbabalar, haramiler tüner de

kendi olmakta diretir yine...

IV

Her insanda birden doğan, ama can çekişip ölemeyen yalnızlık. Herkes bir evrede anlar bunu; kimileri de menapozlarda, antropozlarda, bir gözaltında, uzun bir yolculukta ya da.

Dal değil, köktür yalnızlık; kurumuş olmalıdır ve bir daha yeşermez…

V

Okyanuslar analarıdır denizlerin; gökyüzünün anası yok: Gökyüzü yalnızlıktır. Kurt dağında, kuzu sürüsünde, çoban kavalında yalnız.Kalabalık, kabarık verirsin kavgalarını; bin yumruğun tek olup göğe doğrulduğu günlerde de, akşam, dönerken evine filen kadarsın...

Yazıyorsan, duyarlığınla yalnızsın kendi derininde; duyarlığınla suya ya- zılan sözlerle... En az yalnızlık çeken şairlerdir yine de; bölüşürler seslerini bir- lerle, ikilerle, beşlerle, ama beşlerle...

VI

O, sevgiyi kendi için istiyor; sevgisiyle yalnız.Onu değil, ben sevgimi seviyorum, sevgimle yalnız...Yalnızlığı deşiyorum yapayalnız, yapayalnız! Sonra bölüyor, bölüşüyor, topluyor, çarpıyor ve çıkarıp giysilerimizi birer birer sevişiyoruz; susup kalıyoruz belki, çekip gidiyoruz, ama geride kalanın adını yalnızlık koymaktan neden ürküyoruz?

İşte kadınlar da, erkekler de doymaz uzuvlarıyla birer yalnızlıktır...Doğasının insana ihane- tidir yalnızlık; özünde yaşamın da, ölümün de birer ihanet olduğunu kavradığımızda sorun yok...

VII

Tek kişilik kalabalıktır aşk.

Aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.

Kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;

herkes kendi sevgisini sever...

Aşk nedir İncil’e göre? Nedir Tevrat’a, Zebur’a, Kur’ân’a göre?

Bu kitaplardaki aşklar, küfürler neyin rengine göre?

İnsandır, insan aslolan: İnsana göre!

Bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde

gitmek bir yalnızlıktır.

Bütün gitmeler yalnızlıktır

kalmaya göre...

VIII

Sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli, tortusunu bırakırken ömrümüze; günler düşlerimize, özlemlerimize... Uzaklığın şakağında kaç namlu kim bilir yakın olmasın diye?Sonra biz, burada uçurumlara teslim gençliğimizle...

IX

En rezil parayla insan arasındaki yalnızlıktır; hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor.Bu

da bir yalnızlıktır...

X

“Yalnızlık bir yağmura benzer...”

Yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük. Bir bir türküleri, telaşlı koşuşları; silahları, tabuları, ayrılıkları; çoğaltıp yalnızlığı-mızı feodal tekkelerde, ellerimizin üzerinde bir el bile yokken bölüştük vuruşları.Sonrası geceydi ve yalnızdık çoğalttık susuşları...


Yağmura yakalandığımız gece-

ye çarptık; geceye hiçbir şey olmadı.

Ama biz paramparçaydık

ve hayat gaspetti o vakur duruşları...

XI

Hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; destan ve yalnız hayat!Yalnızlığa halay halay ellerim; kırılası, kırılası ellerim! Benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim... Kalemini silahıyla koruyan; kalemi de, silahı da yalnız ellerim!


“Yalnızlık bir yağmura benzer.”

Yağmurlarda sırılsıklam ellerim...


XII

Daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce... Ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.Yarayı anlatan, anlatırken; yara ise orada yara olarak yalnız.


Destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim.

Herkes kendine göre bir yalnızlıktır...


XIII

İyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar. Doğarken, biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. Şimdi yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır.

Hep mengenede, kederde en çok da yaşamak bir olasılıktır.Sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır…


XIV

Yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor

ve eskiyoruz...


Seviştiğim gece emzirdiğim gecedir.

Özümü katarım ona.

Geceyi kanatırım, gece beni kanatır.

Geceyi kanatırız, gece bizi kanatır.


Geceler insanlığımız,

insanlığımız yalnızlıktır...


XV

Giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor

ve insansızlaşıyoruz...


“Görgü tanıklarının ifadelerine göre”:

Dağınık yüzü günlerin ter ve keder içinde;

zanlıları her sabah o resmi geçitlerde...


İşte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde; hayatları-

mız diğer hayatların da cesetleriyle...Hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar; ama kimseler bilse de, bilmese de yalnızlık var ey bütün yal- nızlıklar!


XVI

Şimdi travestiler kalçalarında ve slikon göğüslerinde biriken yorgunlukla Dante’nin “İlahi Komedya”sını konuşuyorler sperm kokan duvarlarla...O yır- tık, yamalı ve yaralı sevgilerden, o kaypak sevgililerden, servetlerden geride hep namuslu bir orospum oldu benim de; tünediler yalnızlığıma hüzünlü bir yüzle o gecelerde...Sonra günlerin de üzerinde bir hayat; sürgit yoğunlukların, yorgunlukların, öfkelerin üstünde...


XVII

Şimdi güzel bir deniz karşımda; korkunç çırpıntılı, dehşetli mavi bir deniz tutmuş da bir ucundan b(akıyor) uzaklara...


Uzak, uzaklığında,

ben kendi yakınlığımda yalnızım;

ortalarda olsam da ortalı yalnızlıktır…


XVIII

Böyle yakın uzaklıklarda hep yalnızlıklar ve “yalnız değiliz” derken de yalnız!İşte cesetler ve cesaretler içinde aynadaki suretimi tuzla buz ediyorum; keder ırmakları akıyor ortasından...Birden bir kırlangıç sürüsü kanat çırpıyor uzaklara; yollara ve yolculara bakıyorum da, şarkıların kırık dökük notaları saçılmış sokaklara. Herkes kendine göre bir şarkıyı tutturmuş yangınlar orta- sında!


/Y a n g ı n l a r o r t a s ı n d a
n o t a l a r ı k u r ş u n l a n m ı ş b i r ş a r k ı d ı r y a l n ı z l ı k.../

Flash...

Hava poyrazladı yağmur yağacak
Yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
Yukarda
Küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
Patladı patlayacak
Olanca hışmıyla kentin.

Sensin
Akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
Her şey rengine göre kanar bilirsin
Tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
Pespembe kanar
Ve her bir renkte kanayan gözlerin
Çınlatır Eluard’ın mısralarını orada
“İçinde uçtuğum gözlerin
Yolların gidişine
Dünyanın dışında bir anlam verdi.”
Demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
Öylesine anlamlı ki insan
Bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
Yağmur yağacak.

Yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
Isıtıcı bir soğuk bu, değişik
Sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
Bir elimizdeki kitaplarda
Şiirler okuyoruz bugün
Limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa

Uykuya yatmış gibi bütün balıklar
Gemileri kaptansız tayfasız
Gidip gidip geliyor kimi zaman da
Anayurduna dağlara
Şiirler okuyoruz bugün.

Yaşlandık da ondan mı
Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
Saatlendiriyoruz günü
Bölüyoruz dakikalara
Bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
Bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
Bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
Penceremizden
Mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
Dışarıda küçük bahçemizde
Ayak izleri gibi gökyüzünün
Hatmiler
Bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
Derken bir mavi damar, bir dudak büküş
İyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
Çırpına çırpına yükselen duman
Bir tutam saçın öne düşüşü
Sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
Kaça alınırsa bir tükenmez kalem
Doluyor içimize öyle
Hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
Yağmur yağacak.

Yaşını çoktan aştım Orhan Veli’nin
Ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
Onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
Yağdı yağacak
“Ölünce kirlerimizden temizlenir
Ölünce biz de iyi adam oluruz...”
Sade ve ince
Dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.

Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
Açık denizler gibidir zaten elimde
Her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
Hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
Şairlerin flaşları kalpleridir
Dışarıya da parlamalı biraz
Kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
Sensin, iyi anlarsın beni
Gözlerine başka türlü bakıyorum
Ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
Nemli bir tülbent olup buğulanıyor
Ve yaslı ve mahzun
Ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
Memleketimin gözleri
Yağmur yağacak.

Öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
Dam saçak demeyecek, yağacak
Yağacak bir hışım gibi canevine kentin
Kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
Patladı patlayacak
Alacak sonunda kendi rengini.

Edip Cansever

Duvarlar...

Düşünmeden, acımadan, utanmadan
kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.

Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;

oysa yapacak bunca şey vardı dışarda.
Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar.

Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.

Konstantinos Kavafis
Çev.: Herkül Millas ve Özdemir İnce)

Gönüllü Ölü...

Koyu bir çamur bulup solucanlara uysam,
Bir derin çukur kazsam canım için cihanda,
Serip kart kemikler’mi,bi yatsam,bi uyusam,
Bataklığa gömülmüş timsah gibi nisyanda

Nefretim vasiyetler,nefretim kabirler tüm.
Avuç açacağıma bidamlacık yaş için,
Sağken,akbabaları başıma üşürürüm,
Gölkanlara belensin o cenabet cesetim!

Kurtlar,gözsüz-kulaksız,benim kankardeşlerim,
Bolahenk feylesoflar,daldölleri leşlerin,
İşte size bir ölü,güloynar ve gönüllü!

Örenimin üstünde fırdönün gönlünüzce!
Var mı ölümden öte ölüye bir işkence,
Ölümü seçmiş madem ölülerle bu ölü?
Charles Baudelaire
(Çev.:Can Yücel)

Yalnızlık-Unplugged... Bölüm I - Addictus



"Yazgısını, göçebe rüzgarların ellerinden kurtarıp da gelen bir kadın tanımıştım...
Unuttuğumu hatırlatmıştı, onlar yaşam diyorlardı bunun adına..."


Yanık tütün kokusuyla biterken bir düş,
Geceye rengi hüznüm veriyor.
Yüzümde izi olanlardan kaç tanesi tutuyor ellerimi…
Eski bir masalın son hecesiyim, eskimeyen hüzünlü Aşk kurgusu...
Dudaklarında benden kalma ıssız bir tebessüm taşırdı o kadın
göçebe rüzgarların ellerinden kurtarıp yazgısını,
Beşinci mevsimde gelmişti
Şiir susmuş
Yalnızlık, kan kusmuştu Hiç beklenmedik an gibiydi gelişi
umulmadık rüzgar,
lodosun savrulan kışı...
tozlanmış sevinçlere benziyordu
yüzümün o tarifsiz bakışı...
unutmuştum gülmeyi çaldığında kapımı,
ellerinin üstüne kaç yüz asır saymıştım oysa bilmeden,
korkularıyla yeltensin diye o puslu gecede
tüm surların kapısını vermiştim kan rengiyle ateşe. geldiği mevsim, ödünç verdiği nefesiyle
terk bırakıp geriye,
öylece gitti… Şimdi, eşsiz bir iştahla paylaşırcasına mirasımı
en seçkin günahlarıyla sokuluyorlar,
bir ölünün soluğuna...
ve bu kuytu sofralıkta paramparça kalıyorum geriye
üşüşme tenler dokundukça acıyor içim... Dokun Phleyas’ın kızı!
tut moraran ellerimi! kes bileklerimden!
Dudaklarıma yalan bir itiraf bırak da git
Kalbime yetim olmayan hüznü bırak, öyle git.
Hala tırnaklarımın içinde, soğumuş terimdesin
Sen, bir infazın tek dilsiz şahidisin Avuçlarına ağlamak isterken
ve bir ölümlünün dizlerinde ölmeden uyumak derken!
şimdi senin dizlerinde ölüm arzusunda hayat...
gücün kaldıysa dokun gözlerime, tanı acını … Kimi yaşadığımı değil,
Kimi öldüğümü sorsunlar bana.
Bütün mutsuz sirk palyaçolarına kaldırıyorum kadehimi
Bütün kalmayı seçenlere,
emekli asilere bu yüzyıl;
devşirme aşkların ve en içten ihanetlerin devri,
Gözyaşı ucuz sirke tadındaysa kimilerinin
ve şizofren bir kurguyla işleniyorsa
bir aşk ya da cinayet
suçlamıyorum..
biliyorum onlar daha masum
yalancı şahit aramıyorlar en azından.
ve işte bu yüzden,
kaç varoluşsa feda etmeye hazırım şimdi
sırf bu yok oluşa inat… Gidenlere de kızmıyorum
Hesaplar karıştı karışalı nefeslerine,
Sevişmeler terine milimetrik
Hileli ruletlerde kazanıyor adalet
Metropolde Aşklar böyle yaşanıyor!
Kurtarılmış bölgelerde korkaklar onursuz ve Aşksız yaşlanıyor
Gidenlere kızmıyorum sevgili! sen bile gittin...
Şimdi biraz ay, ondan çok geceyim...

Gökçehan Daçe...


Yalnızlık-Unplugged... Bölüm II - Fragilis



“Kıdemli Cesetlerden Kadavra Olmaz”
"Üşüyor musun dedim
Hayır, sadece korkuyorum dedi, sonra o derin sessizlik oldu... Aslında üşüyordu, belki ikimiz de korkuyorduk. Uzun zaman geçti üstünden, birkaç kış soranlara üşümediğimi söyledim..."
Hatırımı soran banka dekontlarına yürek dolusu sevgiler
ve ben senkronize ayrılık metinleri yazıp oynuyorum şu aralar.
Maddenin bulut haliyim
Kara iklimlerinden daha çok üşütmüyor yoksunluk
Miktarsız kafein, sayısız sigara
Araf’ta beş mevsim on üç ay insomnia…
Ey kırılgan kalp! Hadi ne olduğunu anlat!
ödem topluyor gece yarısı düşler
gündüzleri sigortacılar
geceleri, uyurgezer çocuklar çalıyor kapımı
uykusuz, umutsuz ve
örselenmiş düşleriyle çalıyorlar
bilinmedik korkularıyla... Açamıyorum kapılarımı (senin) ardından
mecazsız karışmak isterken sana
bir geminin jilete duyduğu uçsuz nefret olup sızıyorum
pıhtılaşmış kanımdan...
Miktarsız hüzün, dikiş tutmayan yara
yıkanıp terinde, karışmaktı hayat toprağa
ama sen gittin… Ölürsem, tek bir tütsü yaksınlar Tiber kıyılarında
Yağmurlu bir akşam vakti
sac üstünde ekmek kokusuyla uğurlasınlar
ve tüm sanrılarımı benimle gömüp o derin sulara,
adı Aşktı desinler,
Soyadı vurgun yemiş deniz yıldızı... Ötelenmiş mazi
ertelenmiş gelecek
Silahımda beklenmeyen tutukluk
Kauçuk tenlerde öğle uykularıydı yoksulluk Sargı bezlerime yayılıyor bir aşkın mağlubiyeti
düş yorgunu gözlerime atıl bir sus karışıyor sessizliğinin ardından
ve söyle, öksüz sevinin merhametsiz öznesi!
neden böyle, neden sıkıca sarılmak istiyorum hala?
neden…
(t)uzağında yağmur olup yanıyorum,
bu ısrar ölüm getirir...
ve sen yağmurlar yanmaz zannederken
ıslak kirpiklerimden başlıyorum tutuşmaya geceleri Asimetrik bir yalnızlık bu!
Günah gibi bir yalnızlık
Bulaşıcı, yüreksiz,
dört duvar bir yalnızlık... Yapraklar ve kadınlar kaldırımlarda soluyor
Aşk gözlerde başlayıp,
Örselenmiş düşlerde, başka tenlerde ecel buluyor
biliyor musun;
Gidenlere de kızmıyorum,
sen bile gittin!
mutsuz sirk palyaçolarına benden selam söyleyin
gidenlere
ve bir de adımı ezberleyen tüm dilsiz şahitlere...

Gökçehan Daçe...

Bayan Lazarus...

İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm

Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım

Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.

Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum? -

Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.

Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak

Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.

Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.

Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için

Ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar

Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,

Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.

İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üstüstüme kapaklandım.

Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları

Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.

Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.

Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi

Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:

'Mucize!'
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.

Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin ----
Hakikaten çalışıyor.

Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.

Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.

Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim

Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.

Kül, kül -
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok----

Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.

Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.

Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.



Sylvia PLATH

Çeviren : Enis AKIN

Lezzetsiz...

Hiçbir şey hoşuma gitmiyor artık...

Yapmam gereken
Bir eğretilemeyi mi süslemek
Badem yapraklarıyla?..
Söz dizimini
Bir ışık huzmesinde çarmıha mı germek?..
Kim kafa patlatacak
Böylesine gereksiz şeyler üzerine

Bir anlayışa vardım
Var olan
Sözcükler aracılığıyla
(en alt sınıflar için)

Açlık
Utanç
Göz yaşları
Ve
Karanlık…

Temizlenmemiş hıçkırıklarla,
Çaresizlikle
(ve çaresizlikten önce bile umarsız)
Onca sefalet,
Hastalık ve pahalık yüzünden ,
İdare etmek zorundayım.

Yazıyı değil,
Kendimi ihmal etmekteyim.
Başkaları becerebiliyorlar,
Tanrı bilir ya
Sözcüklerden yardım almayı.
Ben, kendimin desteği değilim.

Yapmam gereken
Bir düşünceyi mi tutuklamak
Ve götürmek aydınlatılmamış bir cümlenin hücresine?..
Gözleri ve kulakları mı ihya etmek
Birinci sınıf sözcük lokmalarıyla?..
Bir halkın libidosunu araştırmak
Sessiz harflerimizin sevgi değerlerini mi saptamak?...

Yapmam gereken
Doluya tutulmuş bir kafayla,
Şu elin yazmaktan katılmışlığıyla,
Üç yüz gecenin basıncı altında,
Kağıdı mı yırtıp atmak,
Ve örgütlenmiş sözcük operalarını silip atmak
Bir çırpıda, yıkarak: ben sen o

Biz siz?..

(Öyle yapılsın. Öyle yapsınlar başkaları.)

Benim payıma gelince, yitip gitsin…

Ingeborg Bachmann

Çv : Ahmet Cemal

Kurşun Deliği...

gittiğin cennette ferhat olcaksın
bir gözün burca dayanacak
'kederli kelimeler değil
kuvvetli kelimeler kullanmalı'
diye
öğüt verdim sessizce onlara ve kendime.
'kederli kelimeler yeterli şey'dir
ve
kederli kelimeler sakardır muhtemelen'
mars'la venüsün çarpıştığı ipte öptüm onları.
-ağızlarında mayalı denizatı yeşili
yamanmaz göğüste açılan kurşun delikleri-
düştüğü anda kalan kalın camlı dudaklarıma
ihtiraslı büyük yeminler serptiler
kusursuz kuzgun elleriyle.
-buna biraz mustafa demeli-
duman duman kavak ağaçları
kavak kavak duman ağaçları
hiç bir su yıkamak istemedi devasa tenlerini
ve aşarak çok masum çok bakışlarındaki
yosunlu, titrek dikenli telleri
ve silahlarına dek koşup ve sonra gerilerek ansızın
ruhlarına doğru fırlattım çalıntı gezegenimi!
biliyorum, inanmadılar, inanamadılar
bir kuş korkup kaçarken avuçlarından
nasıl terk ederse tek kanadını
onlar da öyle çaresizdiler
koymadılar koyu tadın ortak adını..
yüzümüzde: boynu kırık kedi saatleri
uyandığımdan beri annem yoktu
'suçsuzluğumdan daha iyisiniz' dedim onlara
'çocukluğumdan daha yukarıda, daha marifetli'
giemezdim
ayaklarım beni tanımıyordu
-buna biraz çirkin kadın kabartması demeli-
ışıklı, ışıklı bir eşarp gibi döne döne
sarıldılar çatlak heykelime.
ayın kraterlerine gözyaşı dolarken öptüm onları.
yok, kederli kelimeleri yormamalı bu gece
uzun sürdü misafirliğim, ben şahsıma dönmeliyim
karanlık, karanlıklal bir arp gibi lime lime.
yüzümüzde: melankoliyi te'yid saatleri
'beni içakıntılarınıza alın' dedim onlara
'beni doruklarınızdaki karın terine takın'
'ben bir taya verdim kalbimi(al yarattıklarını)
ve bir kalp aldım ondan(ve billur klavuzumu)
gökkuşağını geçirdim dikiş iğnesinin deliğinden
gövdemi gövdelerinize dikerken ağlatmayın beni'
yok, kederli kelimeleri yormamalı bu gece
zira, hürriyet hoş görmüyor sendelememi.
-buna biraz ters falso demeli-
uzundular
kararlı ama mahsundular
bir korkunun geçmesi gibi tetiği
törpüleri aratmayan genç umutlarıyla
esrarengiz ama yorgundular
biliyorum, inanmadılar
duman duman kavak ağaçları
kavak kavak duman ağaçları
senfonik hislerine ölü toprağı serptiler

Küçük İskender

Gökkuşağının Darağacı...




Şimdi'nin bedeni yok,
Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
taşını kokluyor
yontu dağılıyor...

Şimdi'si yitik
bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı
ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
ve geleceği ve her yanını;
dal kırılıyor...

Şimdi'si yitik
diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
sonsuzun sessizliğiyle
sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
bundan yazıyor
yazıyor enine boyuna
içini ve dışını ve yeri
ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
o inince batıyor


Ağustos 87


Nilgün MARMARA

Tragedyalar III...

EPİSODE

Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz.
Çağlardan
Başımızda siyahtan bir hale.


KORO

Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile.
Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız.
Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene aldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.

Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde

Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.


EPİSODE

Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
İçimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır.
Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.

Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.

Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?


KORO

Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman da sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
İşte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin-kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyorsa sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.

Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey .. Bu saatte .. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı
Usulca
Bir kurşun!

Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkân vardı
İçi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekârdı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmez söylemeyi. ,

Ötede
Islak mavi bir sabahtı.
Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.


AĞIT

Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız.
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.


KOROBAŞI

Daha bir süre böyle
Silahlar eleştirecek sizi belki de
İşte siz
Toplayıp susacaksınız içinizdeki ölüleri
Bakmadan geçeceksiniz o duvar diplerine
Gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
Ne korku, ne kin, ne de yenilme
Ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
Duyup da bilmediğiniz. bilip de tatmadığınız
Dünyanın tekdüzenli renginde.

Edip Cansever...

Tregedyalar IV...

LUSİN
.................

STEPAN
Elini verir misin, elini?
Benim anladığımca sen
Bir başına yüceltmek istiyorsun kendini
Bu böyle olunca da, o zaman
Şaşırma bir gün mutluluk yerine
Daha hiç denenmemiş bir acıyla karşılaşırsan.

LUSİN

Bir acıyla.. daha hiç denenmemiş!.

STEPAN
Bak işte, en soylu isteklerle odama geliyorsun
Ve düşün, insanlığının en alımlı katında
Her şey bu kadar doğal, her şey bu kadar güzelken
Sorarım, neden böyle yabancı kalıyorum sana?

LUSİN
Bilemem ki Stepan..

STEPAN
Bak Lusin, çünkü ben sevmiyorum kadınları
Bu tuhaf alışkanlığı, bu gereksiz yakınlığı
Sense bencillik diyeceksin buna. Ya da
Bir zevk düşkünlüğü diyeceksin. Oysa hiçbiri değil..

LUSİN
Peki, ya nedir?

STEPAN
Olsa olsa bunca çıkmazı
Sürdürmek benimkisi bir zevk biçiminde boyuna
Ve yaratmak yeniden bütün iğrendiklerimi.

LUSİN
Kaçınılmaz bir yalnızlık seninkisi. Ayrıca
Katı, ilgisiz, iğreti...

STEPAN
Ve diyebilirsin ki Lusin, soyu kalmamış hayvanlar gibi
Öyle bir buz çağını yaşıyorum da
İçkiyle aşıyorum, içkiyle çözüyorum bu cehennemi.

LUSİN
Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey istemeden gerçekte.

STEPAN
Belki de bir bilinci yoğunlaştırıyorum böylece
Doğarak acılarıma her an yeniden
Ve kendini kanatan bir bıçak gibi işte.

LUSİN
Anlıyorum Stepan, ne var ki, ben de
Çıkmalı diyorum bu boğuntudan
Bu yanlış orospuluktan, bilmiyorum
Bana yardım edebilir misin? Daha doğrusu
Bir yol gösteren değil, bir uğrak
Olabilir misin bana?

STEPAN
Sadece bir anlaşma! Ne çıkar anlaşsak da biz
Ve bütün anlaşmaların dünyada
Sanırım bir anlamı var: yok gibiyiz hepimiz.

LUSİN
Öyleyse yalnız da değilsin sen. Ayrıca
Tutsaksın yalnızlığına Stepan.

STEPAN
Bunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum da
Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi
Biz ikimiz de yalnızsak.. ve işte bu durumda
İki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi?
Yok sanki bir şey yapacak..

LUSİN
Belki de var.. ama nasıl?

STEPAN
Zorlasak mı acaba bizim olmayan
Görünmez bir mutluluğun yollarını
Her türlü acılarla yılmadan
Savaşsak mı geleceği kurtarmak için
Ama gelecek ne Lusin, bilmem ki
Bilsem bile ne çıkar, o zaman da ben neyim?

LUSİN
Düşündüm ben Stepan. Düşündüm daha önce de
Diyorum bir geneleve gitmeli
Hiç değilse bir karşıkoyma biçimi. Ve belki
O yalanlardan, o yalan ilişkilerden
Daha önemli bu, kim bilir

STEPAN
Bence bu kurtuluş yolu değil. Gerçi her şeyin hakkını vermeli.
Üstelik kaygılanmadan
Ama bir tükenme duygusu, ölümsü bir yılgınlık da
Olabilir seninkisi. Öyleyse karar vermeli
Bir çözüm yolu mu bu, değil mi?

LUSİN
Hep böyle baş eğmek mi? İstemiyorum bunu Stepan
Düşmeli bir çirkinliğin içine. Ve yavaş yavaş
Aşmalı çirkinliği.

STEPAN
Bak Lusin, şu da var ki, genelevse gideceğin yer senin
Zaten bir genelevde yaşıyor gibisin
Her türlü çirkinliğin içinde
Her türlü düşmanlığın, her türlü bencilliğin
İçinde anlaşıyorsun vuruşaraktan
Ve kırılaraktan durmadan
Öyleyse bir kurtuluş bu mu? Bana kalırsa
Ölümünü içinde taşıyan bir isyan.

LUSİN
İsyandı tanrıya başkaldırmak da. Öyleyse
Ben şimdi neye inanacağım
Yalnızsam, beni yalnız bırakan
Ve yalnız değilsem, kararsız bir yargıç olan
Başkalarına mı?
Yoksa kendime mi Stepan, ne dersin?

STEPAN
Korkunçtur, bana kalırsa adımıza
Hazırlanmış bir oyun var bizim
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar. Öyle ki
Bir zaman parçası içinde, bir durumun
Değişmez akışında, tekdüze
Kalırlar bir sıkıntı avcısı gibi
Ve bir gün anlarlar ki, bir güc değildir artık yalnızlık
Ve bunu anlayınca, işte o zaman Lusin
Aşıvermek isterler bu zamanla durumu
Koşarlar, koşarlar, tam sınıra gelince
Sanki o tel örgülere yapışmış gibi
Bir duman oluverirler ya da kaskatı
Bir kömür parçası, bir ceset..
Nedir bu durumda insanın anlamı?

LUSİN
Aşmalı bu durumu Stepan.

STEPAN
Duymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktan
Yitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umut
Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey
Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde
Sanki renksiz, boyutsuz
Ve göksüz, zamansız bir evrende
Tek çıkar yol yaşamaksa Lusin
Yaşıyorum ben de kaygısız
Değişmez bir anlamsızlığı böylece.

LUSİN
Yani bir çıkmazı sürdürüyorsun kısaca
Bu yitiriş kendini, bu çöküş
Sanki bir üstünlük duygusu veriyor sana

STEPAN
Bense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecekteki
Bir önseziyi kuruyorum şimdiden.

LUSİN
Asıl iş bir sonuca varmakta.

STEPAN
Varabilir misin?

LUSİN
Öyleyse çok uzun bir yol bu doğrusu.

STEPAN
Bir konyak daha içer misin?

LUSİN
Ayrılalım Stepan, belki biz anlaşıyoruz ama
İlkemiz ayrı yaşamak
Ve ne varsa işte bu ayrılıkta.

STEPAN
Adım Stepan, Lusin. Yani ben
Bir satranç oyuncusu olamam

LUSİN
Elini ver Stepan, ne de olsa bir anlaşmadır bu
Belki de bir anlaşmadır.




IV

(Bir insan yaşanmamışlığı bulunca
Onu artık hiç kimse anlatamaz
Kalır sonsuz gücünün buyruğunda
Ve bütün kesinliklerin üstünde, yalnız
Dolaşır bir ateşböceği gibi kendi aydınlığında).





Tragedyalar IV / Edip Cansever

EPİSODE

Ya alkol olmasaydı. Bir uzun bardaklarımız vardı. Herkes
birbirinden artardı
Bulanık, bungun artardı
Kuru gök, kuru bir yağmur bırakırdı sesimize
Çok uzaklarda çok düşündüğümüz bir şey solar solar solardı
Meyhaneler biraz olsun solardı
İmgeler ve bütün çözüm yolları. Bardaklar
Bardaklar, o uzun bardaklar, dişi alkoller yani
Çiftleşip bırakırlardı sesimizi
Sirkler ve bütün sirkler, atlıkarıncalar öyle
Çılgınca dönerlerdi sesimizde
Biz bütün görme gücüyle görürdük sesimizi
Renksizdi
Ve nasıl kirliydi ki, her günkü kuşkulardan
Her türlü engellerden, aşklardan ve kurallardan
- Sesimizi duyuyor musunuz. Hayır!
- Sesimizi duyuyor musunuz. Evet!
Yani işte böyle biz
Tek anlamlı iki söz parçası olan.

Biz bir de çok eski zamanlardan kalmış olurduk. Ve bir de
Sert içkiler içerdik - Bu tuhaf akşamları kim çizdi
Öyküsü tanrılardan ve açık denizlerden derlenen
Bu tuhaf akşamları kim çizdi
Güçlü bir soluk tarafından ve hırsla

Ve kirli
Ve büyük bir sirk çadırı gibi, uçsuz bucaksız
Bu tuhaf akşamları kim çizdi
Biz içkiler içerken.

Biz içkiler içerken cam kapılar yeryüzünü keserdi
Düşük organlarıyla kadınları keserdi
Biz içkiler içerken
Kesilince giderdi
Cam kapılar dönerdi, dünyacığımız kanardı
Cam kapılar dönerdi
Gökboyu giderlerdi bir saydamlığı akıtıp
Doğanın gizlerine ve bütün rahimlere
Gökboyu giderlerdi
Tezgâhlar bira çekerdi
Tezgâhlar bira çekerdi, çürük ot oralarda kokardı
Çürük ot, çürük ot..
Oralarda kokardı
Sonra hep eski zamanlardan kalmış olurduk, o tenha
Bahçelerde, tasvirlerde, bir garip kum sarılığında
Olmuş olurduk
Sonra birden çağımıza girerdik. O çılgın
Atlarımız, örtülerimiz alkolden
Anılarımız, içgüdülerimiz
Ve büyük çıplaklığımız alkolden
Alkolse biraz olsun alkolden yaratıldığımız
Tanrımız bilincimiz tanrımız
Çağımıza girerdik.

Çağımıza girerdik, kaygan ve boyutsuz bir anlam biçiminde
Kurumuş bir kan kokusu ağzında
Kemikten bir av borusu tadında
Ağrılı bir hayvanın benekleri üstünde
Çağımıza girerdik
Çağımıza girerdik, çiftleşip bırakırdık çağımızı
Bırakınca giderdik
Bırakınca giderdik. Sonra her şey giderdi. Ve artık
Bir silah patlasa, bir kurşun
Doğayı baştanbaşa kanatan
Bir kurşun olurdu. İçkilere dönerdik.
Çünkü başka ne vardı, alkoller bizi yıkardı
Sığ denizler gibiydi alkol, geçerdi üstümüzden
Ve birden bırakırdı bizi
Biz öyle kalırdık da çakıllamış ve beyaz
Seslerimiz birbirinden artardı.

Çünkü yalnız o vardı, o alkol biçiminde olmak
O sonsuz buruşukluk
O sonsuz buruşukluk: ya alkol olmasaydı
Ya alkol olmasaydı

Ve alok olmasaydı biz ölümsüz kalırdık
Dayanılmaz acısında bir ölümsüzlüğün
Biz öylece kalırdık
İmgelerin ve bütün çözüm yollarının bir öte dünyasında
Yani bir gerilimde, her şeyin bir kavram olup aktığı kanımızda
Oralarda
Sevişirken kalırdık
Akarsular alkollere girer kalırdı
Balıklar soğuk soğuk devinirdi, kalırdı
İçe ingin gözlerimiz vardı, kalırdı
Bir sessizlik gününün durmadan kutlandığı
Oralarda kalırdı.

Çünkü yalnız o vardı, o alkol biçiminde olmak
O sonsuz buruşukluk
O sonsuz buruşukluk: ya alkol olmasaydı
Ya alkol olmasaydı.

Herkes nerelerden olsa biraz sarkardı
Bir şeyden, bir olaydan, korkunun ilk yerinden
İşkenceler biraz olsun sarkardı
Ve duvar kâğıtları sarkardı ve sinek pislikleri, ampuller
İntihar zabıtları sarkardı
Evraklar, çekmeceler
Telefonlar biraz olsun sarkardı
Ve sesler örtmek için sesleri, sarkardı
Ve eller
Çürükler, sinir uçları
Bir korkunçluk gününün durmadan kutlandığı
Sert duvarlar beyaz beyaz kanardı
Ve polis müdürleri sarkardı kuşkunun ilk yerinden
Belki de bir cümleden: bütün işkencelere rağmen konuşmaz!
Diye harfler öyle öyle sarkardı
Ve cezaevleri sarkardı ve ıslak tabutlukar
Ve kurallar sarkardı, yasalar sonra sarkardı
Bir şeyden, bir olaydan, acının ilk yerinden
Herkes nerelerden olsa biraz sarkardı.


KORO

Ellerin ve bütün eylemlerin biraz olsun sarktığı
Sizi yok saymaya geldiklerinin anlamıyla
Şimdi bir anlama geldiğigiller çağı.


EPİSODE

Ya alkol olmasaydı. Bir uzun bardaklarımız vardı. Herkes
birbirinden artardı
Bulanık, bungun artardı
Kuru gök, kuru bir yağmur bırakırdı sesimize
Çok uzaklarda çok düşündüğümüz bir şey solar solar solardı.



Edip Cansever

Düşü Ne Biliyorum...

Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

Yine de, o, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler maketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!

Nilgün Marmara...

Acı...

Sokaklarda dolaşacağım yorgunluktan tükenene dek
yalnız yaşamayı bileceğim ve geçen her yüzün
gözlerine gözlerimi dikmeyi ve aynı kalmayı.
Damarlarımda beni aramaya çıkan bu serinlik
sabahları hiç böylesine gerçek olarak yaşamadığım bir
uyanış: Yalnızca, kendimi bedenimden daha güçlü
Duyuyorum
ve sabahıma daha soğuk bir titreme eşlik ediyor.

Yirmi yaşında olduğum sabahlar uzak.
Ve yarın, yirmi bir: yarın sokaklara çıkacağım,
her taşı ve göğün çizgilerini anımsıyorum.
Yarından sonra insanlar beni yeniden görmeye başlayacak
ve ayağa dikilmiş olacağım ve durup
vitrinlerde kendime bakabileceğim. Bir zamanların sabahları
gençtim ve bunu bilmiyordum, geçenin ben olduğumu
bile bilmiyordum- bir kadın, kendi kendisinin
efendisi. Bir zamanlar ki zayıf çocuk
yıllar süren bir ağlayıştan uyandı:
şimdi sanki o ağlayış hiç olmamış gibi.

Ve yalnızca renkleri algılıyorum. Renkler ağlamıyor,
bir uyanış gibi: yarın renkler
dönecek. Her kadın sokağa çıkacak,
her beden bir renk- çocuklar bile.
Açık kırmızı giyinmiş bu beden
onca solgunluktan sonra kendi hayatına yeniden kavuşacak.
Çevremde bakışların kaydığını hissedeceğim
ve kendim olduğumu bileceğim: bir bakış fırlatarak
kendimi insanlar arasında göreceğim: Her yeni günle
yollara çıkacağım renkleri arayarak.


Cesare Pavese
(Çev: Kemal Atakay)

Suskunun Yazısı...


Yazabiliyorken ellerim,görebiliyorken gözlerim ,yüreğimin kolları
sarabiliyorken gönül şehrimi,kalem dağılmadan kağıda akışkan bir üç nokta
ile gidiyorum gidebildiğimce...Bitti diyemeden söze tekrar başlıyor kelâm.

Ve
araya sindirdiğim bunca bağlaçla yürüyor yazı yazgısınca...

Bir kuş kanadında uçabiliyorken gönlüm bazen, içtikçe susadığımı görüyorum
pınar başında,bu tuz ,bu susuzluk ,gitgide kuşlara bakışımı
arttırıyor...Kuş olup uçuyorum belki de gönlümce...ya da vurgun yer gibi
dibe çöküyor kentlerim...

Bir deniz arıyorum belki de,sözün tam burasında...dalgasında haşinlik
olan...yosun kokan her adımında...ve kalbi olan herkes ,kalbinde denizine
hasret sanki...Öyle yakın ki karşı kıyı ve öyle uzak ki güneş...deniz
kızlarını anımsatıyor denizli her masal...yakamozlar arıyor Yunuslar...

Ve yazı yazgısında kararlı yol alabiliyorken...kararsız da olan tüm yazılar
noktada kalamıyor bunca üç noktadan sonra...Hep bir öncenin bir sonrası,bir
son anında bir öncesi var...ezeli,evveli gittikçe uzayan yollar...bu yazı bu
yazgıda bitmez ki hiç...

Bir mavi tutunuştu her şeyim hiçbir şeyinde...
Bir uçuş ,bir kanat açıştı mavideki her şey...
Hiçbir şeydi..
Her şeydi...
var edenin var ettiği kadar mavi...
Düşler,düştü ellerimden ...düş oldu
yoktu ki zaten.

Hiç beklemezken ,hep beklemezken
sonunda vara vara yine kendime vardım ..içime...
meğer ki kalbimizmiş...
kalpteymiş ...

aşk bahane olmazlarıyla ve olurlarıyla.

Hale İzgi Özçiçek

Şiirin Boynunda Yağlı Urgan...


"biz"in boynuna asıldı Güvercin gerdanlığı...

sözlerin kurunca darağacını
özümün yandı canı
ve ayaklanınca deli kanım
isyanım çekti çatkısını
şiirin boynuna geçti yağlı urgan
ve
"biz"in boynuna asıldı Güvercin gerdanlığı



ne can kaldı geriye
ne de canan
dik başlı bir çocuktu arta kalan
sürgüne gitmiş gözleriyle
ağır bir ezgi gibi
hıçkırarak ağlayan


karayelden bile kara gözüm artık
dörtnala koşuyorken öfkem
ilk kez ayaza vurmuyor
varlığınla buz tutmuş tenim
huzur veriyor rüzgar
dağıtıyor okşayarak saçlarımı
ve biliyor musun
ilk kez ısınıyorum
sarılıp yalnızlığıma


bundan böyle savaşım anılarla
her hatırlanışında
bir cinayet daha işleyeceğim
ki biliyorum suç ortağınım artık

ve sen
kök saldı bir kere içine varlığım
her gün vicdanında yeşeren
yeni bir filizi budayarak yaşlanacaksın

şimdi dizginle gücün yeterse zamanı
ki harcananlar uğruna aksın nedemet


05/Nisan/2008

Figen YARAR



**ilkbahar geldiğinde deylem vadilerinde kar beyazlığında ölü güvercinler bulunurmuş.
Söylenene göre sevgilerinden ötürü
öldürürlermiş birbirlerini ve boyunlarında
kan damlalarından bir zincir (Güvercin Gerdanlığı)taşırlarmış parlak kırmızı...!!!**


Ernst W. Heine

Gümüşüm ve doğruyum. Önyargılarım yok
Gördüğüm her şeyi yutuveririm bir anda
Olduğu gibi, aşkın veya nefretin sisiyle kaplı değilim
Zalim değilim, içtenim yalnızca
Küçük bir tanrının gözüyüm, dört köşeli.
Çoğu zaman karşı duvarın üzerinde düşüncelere dalarım
Pembedir duvar, benekli. Öyle uzun zaman baktım ki ona
Kalbimin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Fakat titriyor.
Yüzler ve karanlık ayırıyor bizi tekrar tekrar

Şimdi bir gölüm. Bir kadın eğiliyor üzerime,
Erimimi arıyor gerçekte ne olduğunu anlamak için
Sonra bu yalancılara dönüyor, mumlara veya aya.
Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum sırtını
Gözyaşlarıyla ve bir el hareketiyle ödüllendiriyor beni
Önemliyim onun için. Geliyor, gidiyor.
Her sabah onun yüzü alıyor karanlığın yerini
İçimde genç bir kızı boğdu ve içimde genç bir kadın
Havalanıyor ona doğru günden güne, korkunç bir balık gibi.


Sylvia Plath...
(Çev.: TozanAlkan)

Bilmez miyim Hiç...





Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.

Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.


Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançlı bir insan soyunun parçasıysa.

Sonunda baş basa kalıyoruz gene
Baş başa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum

Edip Cansever...

Dönüşüm...

gecenin tazeliğidir ağır havada uçuşan
umut çığlıklarıdır ve sevinç

el işçisi ustalığıyla ses verir sahra'nın rengine
bir zenci aklanır, gece beyaza boyanır

maskeler dağıtılır, ölüm giydirilir üzerime
omuriliğimde bir su samuru kemirir benliğimi

acı çekmenin ötesindeyim
çürüyorum yokolmanın arifesinde

siyah camlar takılır gözlerime
ve ölüm dansları

çiçeğe dönüşecek mi gül kuşu
karanfil kırlangıca

Kaan İnce

Biz Ve O...

I.

(ömür; yokuş yukarı çıkmaksa eğer, delilik; çıkman gereken yokuştan inmektir..
batarken ayakların kuma, bir gül iliştirmelisin kamburuna; bir aşk, bir adam, bir ölü ve bir yalnızlık yaratmalısın cinnetinden, yoksul kalırsın bu kandırmacaların yoksa...
her deli en az bir kez sevdiğine inandırmalı kendini...)

yazılmadık hiçbir şey yok
dedi ve çekildi minberden kız...

bir insanın milyonlarca düşü vardı
milyon insanın evrenlerce yükü
ama aynı yumurtadan da olsalar
ayrı parmak izleri bırakmazlar mıydı sayfalara...

oysa yakıyorum şiirlerimi / kriminolojik izlerimi / emarem suskunluğum
saçlarım uzamayı unutalı beri
urgan da yapmıyorum isyanımı / itaatkar bir avcıyım / avım kanlı ağızların tuzağı
dedi ve kapandı mabedine kız...

(yaptıklarınızı hiç unutmayacağım,
diye söylenen ihtiyar bir kadın geçti kökleri camekânların ardındaki boyunları sıkan ağaçlı yoldan masallar anlatarak...büyük düşlerdi yitirdiklerimiz...
y a ş a m a k küçültüyordu bizi...)


hiç bir tarih düşülmedi âna...


II.

sen son kuşların sesisin,
sana doğru açılan en son kapım
bilemeyeceksin, bir daha geri dönmeyeceğimi
inerken eteklerinden doruğunun hazzıyla
kız ölüleri ve devrimci sloganlar bırakacağım ardımsıra


acımayacaksın,
tadın yoktu zaten senin / küs doğdun küs öleceksin
izafiyetinde köpüklü gözyaşları tadacağım,
kırmızı, kalem ve şarapla örtülü hüzün dolu geceler
bilemeyeceksin bir daha, geri dönmeyeceğimi
dedi ve sarsılan öfkesini yuvaladı sevgisine...

('sevgim hiç eksilmedi ' diyebildi satır aralarına sıkıştırdığı altı çizilesi cümlelerde...sevgimin yanına iliştirdiğim itimatım, hürmetim, hayranlığım eridi, ehemle mühimin taraklandığı bu alemde...
'özlediğinde gelme öyleyse' dedi, iğneli bir topu tutan kız, yelemden son tüyü yolarken sesim çıkmadı hiç...
güneşsiz ve susuzduk,
sustuk,
biz susunca geriye sadece şiir kaldı...)


III.

ellerimi avcuna al,
bu kuşların mavi kanallarda parladığı gün
kanatlarından ahiret havadisleriyle muştulandığımızda
götür beni ona, sen de gel, ya da kal orada...
yazılmadık hiçbir şey kalmamış olabilir
ama seni ölüm gibi sevmem de ilk değildi zaten...

seni sonsuz bedevi,
seni ezanlı sabahlarca
seni kıtalararası zamanlarca
bekleyeceğim güllerin solduğu hazan mevsiminde umutla
dedi ve içine fısıldadı hicranını kız...

yankılanan dumanımda,
ayak parmaklarımı acıtan ters terlik ömrüm
mürekkebi bitmiş yalnızlıklar kartezyeniyim
son sahnede perde inmesin diye inlediğim...
şehir rüzgarları kuruturken dudaklarımı
kendimi bilinmez soluklara atıyorum hasterim eylülî...

seni çok unuttum ben
en çok seni özlerken
sürüler geçti serüvenlerini bırakarak etime
ortalama hiçbir şeye inanmadım yine de
ne kıyıcığına kandım, ne de enginini arzuladım...

(sendin, etin arzuladığı zevkler kapısından hızla geçen...
koridorları ağır ağır sindirmedin içine, vardığın odaların sarhoşluğuyla; yanıldın...
günah küçük bahçelerde kırbaçlanacaktı, değişim ivedi yaşanırsa yıkım olacaktı,
sustuk,
biz susunca geriye sadece bedel kaldı...)

bir gün hiç kimse üzülmesin diye
hem de hiç kimse üzülmeden
gideceğim hiç kimseden
dedi ve ağladı kız depremler içinde...


IV.

cesetlerin kokusu tambûri bir gecede sızarken aramıza
ne olur kalk
giyin geceliğini
bir zambak gibi eğil sulara
sular ki sidik tortusu
göğsünde dört zamanlık sancın
tümör yalnızlıklar büyümese de neşende
ölüm
kanında usul usul salınacaktır...

("herkes gibi yaşasana sen "* yankılarında kırık orgazmı vaktin...çözümsüz kapama yaşamını ... kalk ...
ne olur kalk...)

ayağa kalkıp, ayakta kalmak istiyorum
bir büyük sessizlik olmazdan evvel
ilk kez dinlemek istiyorum kendimi
dedi ve ayaklandı zindanında kız...

yürüdün içime
tırnaksızlığımın pençesindeydim
sen yollarımı döşedin tuzaklarınla...
yönsüzdü suratsızlığım / her elde başka dokunuşlarla başkalaşıyordum
bilemezdin.../ bilemedik
o en güzelindeydin çağının... / bilemedim...

yüklü katarların gıcırtısı gibi yorgun geçse de ömrün
hep gül istedim
'gülüşün;
o bir kadını bir anda kız yapan
yanaklarının kavisinde iki küçük dünya sunan
gökyüzü gülüşlüm'
bilmeyeceksin bir daha geri dönmeyeceğimi...


V.

kibrit gibi titredim / yaralı bir çocuğun masallarına kanarken
koynumda namusunu ören saçsız kız
kuş adımlarında bir kule bir ev ve bir deniz çiz hıdırellezde
özlediğin taş, toprak, su değil bilirim
vuran çanda ezan sesi
bacaksız deniz böceği, iyotlu acısı
bir elsizin iskambil kozunda mahfuz kaldı sevdası...

ki yanağıma sıcağı değmedi sinenin
boz tüylü bir deveydin hörgücünde taş mezarlar taşıyan
hece hece gülen fransız kirpiklerin
en aşık olanı unutup,
riyaydı bilirim
seni han kapılarında bekleyeceğim yalancı saki(n)...

tek dostum sendin daimi gök
dedi ve çıldırtan güzelliğini savurdu küllerinden...


VI.

iki kültürün karmaşık kızı
çitlerine eğilemem uzatma çiçeklerini
ruhun topalsa istanbuldandır ,
tenin yanıyorsa türkülerdendir ,
yüreğin çatırdamaya başlamışsa / ülkene dönmen gerekmektedir
ardıç ağaçları, zeytin dalları ve erik çiçekleriyle bekleyeceğim seni...


iki yeryüzü ve tek gök vadedemem sana
bir aynam var üçümüzün bakışını saklayan yanlızca
sekizinci yılda, sekizi düşlerken
sırlı camın ardında bırakma beni
kimsesizim / tükenirim...tuzla eriyen salyangoz böceğinim...
duymak istediklerini söyleyemem
şimdi beni dinleyecek misin?

söylenmemiş tek bir söz olamaz
dedi ve kapattı hiddetle kapıyı kız...

sustuk,
biz susunca geriye sadece gazap kaldı...

(yaşam arkası arkasına kapanan kapıların yankısıyla yinelendi...
"yeniden başlamalarla geçti ömrümüz / iyimserliklerimizi duvarlara çarptılar"**
..tanrı hırçın bir çocuktu,tuzunu serpiyordu bütün dünyaya, her acı yeniden üreme şevki katıyordu ölmesini bilmeyene,
oysa en çok ölüm yakışıyordu şairlere, tuzla acıyla şiirde...)


VII.

kınalı gelin parmaklarıyla alev alev rakkase
ne olur kalk
ve kuşan kefenini gelinliğince
yağmura durmuş yüreği sıkıca avcunda
o sisli kederiydi dağıttığı
"karakterimiz kaderimizdir"***
dedi ataları, atalarımız bir irtihal biçmişti gençliğine...
oysa gözleri hiç de ölü değildi
ela iki elmas çürüyen yüzünde
'buradayım, sizi bekliyorum' diyordu isli kazanları homurdarken zebanilerin...

kalkıp bir bardak su veriyordum sana
liflerini, yapraklarını, dallarını, köklerini suluyordum saksında
susamışsın
yüzünü avcuma alıyordum / yüzün çiçek
yüzün taş oluklarda kurban saflığında
iri gözlerini dikiyordun / tavana
'tavana bakmak iyiydi, tavanda kalmamak şartıyla...'


'o iyi midir' diyordun
soluğunda yanıtını hiç de merak etmeyen işkilsiz kesinti...

susuyorduk
biz susunca geriye sadece gam kalıyordu..


'onu yazdım' / 'ona ağladım' / 'onu özledim'..
diyordun son nefesinle
çamurlu bir yağmura kayıyordu yüzümüz
usumuzda kabusların diriliyordu / sanrıların sancılı
boş mezarları çınlatan kız ölüleri yan yana uzanıyordu...

(odamızda eşyalarla oynaşan mum, sarsıntıyla bir büyüyüp bir küçülüyordu, gözbebeklerimiz de bu ritme uyuyordu... fakat odada olan ne gözlerimiz ne de ruhlarımızdı artık...uzak gecelere dalmış, sendeliyorduk...sırtımız, çatlayan vazo, soğuğu usul usul çeken...düşlerimizde binlerce ses, görüntü karmaşasından ,ölümü hisseden kara sinekler gibi hiçbir görüntüye hiçbir sese konamadan, telaşlı bir gençlikten geçiyorduk, bir atın yavan kuyruğunu yemezden evvel...
doğum gibi ölümün de hiçbir şatafatı yoktu ; herşeyi anlamlı kılma çabası olan sefahat düşkünlerini düşünürken, aklıma düşen közün kokusuyla irkildim...
şehir ölülerine ve evlerine gömülmüştü,
sen gitmiştin....)


VIII.

siyahı yarattı beşer / döne yakıla parçalandı anılar
bütün renkler kirlendi birden...

bir büyük büst gibi devrilirken geçmişim
gençliğimin ince sızısı tının
bir sonraki güne dağılırdı toprağım
bedeni damarlarından sarsılan suyu tuzun...

kirpikleri, opal çenesi, baldırları
güçlü bir kadının o en çok kabaran tüylü ve ihtişamlı hayvana benzediği an
kumunda herşeyden korkmanın tuhaf elzemi
içinin dehlizlerinde anahtarlarını bir bir pasa salıp
gitmiştin...
belki de
hiç gelmemiştin...

sen küçük kadın
yanaşma kız
dünyaya iğnelenmiş ucuz ve kaba broşlar kadar parlayacaksın
bütün yıldızlarınla dön
orada üçümüz de su perileri gibi yanacağız...


(ölüleri bol kentin, kaygan yağmurlarıyla aydınlanan kaldırımlarına bakıyorum şimdi,
iki karpuz ışığı taşıyan iri memeli sokak lambalarına...kunduz gecelerdeyim / kurumsal sorumluklarımı unutup, disiplinsiz çocukça sevinçlerle hırpalanıyorum...yapıtlarım dediğim enkazımda gömüt sızılarla çürüyor,o çok bilindik sualle dışlıyorum içselliğimi ;
'varoluşumuzu manalı kılan nedir'...
soru işaretleri kıvrılırken usuma
'sen ve şiirlerin' dedi kaktüslü teras
'iki gelecek korkutmasın seni
her ikisi de insanî
ya çocuklarını, ya da şiirlerini büyüteceksin
seçim sensin'...)

mangalın öteki yüzünü çevirdim birden,
çeyrek asırlık ömrüm bir de böyle yansın diye
cevşen asılı saati taşıyan duvar sıfır beşi vurdu
çamurlarla sıvalı kederim dökülürken kerpiç bedenimden ,
birden
dünya ne kadar kimsesizdi

sen ne kadar kimsesizdin, birden...
ben ne kadar kimsesizdim birden...

iki küçük saksıda boşluğa sarktı boyunlarımız, birden...

sustuk,

biz susunca geriye sadece gürültü kaldı...


25.06.2005 / İzmir

*Attila İlhan / Ağustos Çıkmazı
**Attila İlhan / Yorgunlar Sendikası
***Herakleitos

Ömür Nihan Akçalı