içimden bir şiir geçti nine
sidik ve zambak* kokulu bir inilti
bildiğim tüm duaları okudum
bilmediğim bir dille yalvarmalıyım belki de…
ne yapsam nereye gitsem
değişmiyor etrafımdaki yüz metre kare
insanlar terliklerim gibi değil ki
bıraktığım hiçbir yerde bulamıyorum dönünce…
kocaman bir boşlukta duruyorum metanetle
daha da kocaman bir boşluktur taşan içimden içime…
temiz su ve tuz kalıntıları var derdi ceddim köklerinde
sızıntılarında irinli bir hal varsa da şimdilerde
büyüdüm
büyümekten hazzetmeyerek
akranlarımın tümü riyakârmış diyerek…
gözlerimde sahnesi düşmüş oyuncu suskunluğu
ne maviyi arayan, ne maviye inanan
adı yok hiçbir soykırımın düşlerimde
soyundukça genişliyor beşer
daha da utanır oluyorum insanlığımdan
giyindikçe benziyorum çokca size
soyumun suskun rezilliğine…
yaşamak içi doldurulamayan ırgat bir kelime
yaşamaktansa her işi yapardım ölgün ellerimle
içe kıvrık bir deliyim dikenlerimle
tenim zift, yüzüm çamur, beynim katran öfkede
oysa siyahın bile bir ışıltısı var bakmasını bilene
tufandır suskunluğum
kelimeler var dünyayı açıklayan
dünyamı anlatamıyor hiçbir kelime
öyle çok üşüyorum ki
pahalı gocuklarıyla fildişi kulelere çekiliyor efendiler
molozların altında can veriyor bebeler
kızların bekareti asılıyor direklere
gökte bir yıpranmışlık, mavide bir saçmalık
çöplerde pazartesi uğultusu
tabutumda ayva çiçekleri
ötelerde bir kenti yıkıyorlar
direnen tek dağ yok
bayağıdır izleyenler
öyle çok
öyle çok üşüyorum ki…
kıyamet alameti, kıyım ve emanetleri…
bırak bunları diyor ses,
uzandığında
uyumalısın
yoksa su olup aksan faydası yok kirine
ödev ödev üstüne…
doğayı öğütlüyor fetva
tüm bildiklerimi tasnif edip, bilmediklerime tutunuyourm itikatsizce
evcil bir sürüngenim artık
vaktinden evvel kuruyup ölecek
sizse, ne çüreyen tohumu görmezden gelebiliyorsunuz
ne de tohuma ihtimam gösterebiliyorsunuz
“biz”e ait olandan uzak kalmanın çaresizliğiyle
kaçıyorsunuz…
oysa
hiçbir zaman hudutlarım olmadı benim
sesimi duymadınız, fısıltım civarsız mı
denizanası bedenim kaygan, inandınız mı
bir çivi değse kapanırdı yapraklarım
değil onurdan, gururdan insan icadı namustan
yelemde oynaşan geçmiş zaman yaratıklarından
korlarımda köze düşen burçaklardan
tarlalarımdaki yangından…
yüzüm eski
öyle çok
öyle çok üşüyorum ki…
insan insan için kurttur**
her ne kadar kurtlar sofrasında bir parça et de olsam
bu insan olmadığım anlamına gelmez benim de
o yüzden,
çehremi kendi karanlığıma gömüp
affediyorum hepinizi
affedin beni siz de…
içimden bir ses geçti nine
uzaklaş diyor uçurumdan iterken itce
acımasız olmak farzdır kinine
yalnızlık sakin kılmaz ruhunu
öfke kimsesiz taşları sarar en çok
İçin dışına çıkar
Ölürsün
Birkaç bin kez ölmek gibisi var mı
illet, terkedilmez yönsemen kıvrımlarında
ulaşmak, niyetinde kuşkulu dönüm
yolculuğun, aksi bir serüven gelişine
varlığın, tahammülsüz unutuş
Dışında aciz
İçinde sekiz
Ölürsün
Çürüdüğünü ve daha da beter kokmakta olduğunu bilerek…
şimdi
bu kezzabımsı paradoksları
ince bir ışıkta yıkık kaşlarına sor
en büyük sualleri sırala sıkıca düğümlerken urganı
buradaydım yaz şiirlerinle bir yerlere
tek izdüşümün bu kalsın
adın ve üzerinde dünya yılı yazılı mezar taşın
geride kalan hiçbir şey yıldırmıyor gidesi olanı
ne yelkovan, ne akrep, ne tıngırtısı
ne soğuk
ne sahipsiz kalmışlığın
casaretim diyorsun
insanlığım olsa
ölürdüm
birkaç bin kez ölmektense, bir kerede şereflice..
içimden bir ölü geçti nine
kötü ve karamsar diyorlar onlar kendi dillerinde
oysa konuşmuyor ki o kimseyle
içimden bir şiir geçti nine
sidik ve zambak kokulu bir inilti
yine yüreğimin yıkıntılarında tozlanacak sessizce…
(Bir; delilik de, bilgelik de!
Bilge aydınlığa koşarken, deli karanlığa koşuyor, oysa ikisinin de vardığı yer bir, tüm dünyada ıstırap ve acı içinde bilgelik öğreniliyor, ama aciz bedenler hep aynı yere konuyor!
İhtiras da; her ülkede, her vakitte, her beşer kemiğinde
bir!
aslolan yolculuk
ki o da sidik ve zambak kokulu zehir…)
Ömür Hihan Akçalı...
*Neruda
**Hobbes
2004 Nisan / İzmir