Mutsuz Sirk Palyaçolarına Benden Selam Söyleyin... Gökçehan Daçe

Su Çürüdü...

1

Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar
deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan
havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)
Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıyla yaktım,
jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül
edip savurdum.

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

2

Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan
kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü.
Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi
yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu
sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu
zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim
sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama
durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri,
peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar,
soruyorlar, soruyorlar...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

3

Iki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek
istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?
Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla,
dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir
duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı
yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu.
Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

4

Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar
deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki
bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış.
Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne
beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının,
vebalının bir rengi vardır. Irinin bir rengi... Ölünün bile bir
rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin
rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

5

Kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.
Soyumun neye benzediğini unuttum. "Insana benziyorlardi"
diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun
halkasında insanlık...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

6

Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek
sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir
yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki
çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.
Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla
çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu
damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. Ince bir kan şeridi
sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

7

Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür
sakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımı
değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya
dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba
kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum
dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün
vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir
su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir
kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi
artık. Küstü, öldürdü kendini su...
Su çürüdü...

Adımdan gayrısını bilmiyorum…

Ahmet Telli...

Bir Ruh Kazısında Ortaya Çıkan Kitabe...

sahibu-l feryad ve’l hasarat…

kuzey yüzü
bu yüze güney acısı değmedi
bu yüzü güney acısı eğmedi
bu yüze güney acısı
bu yüzü gün
ey

h/içdenizim kurudu lahitleri omzuma vurdular
kağıtyırtan dikenli kelimeler aktı gözlerimden
b/ağladım aşktaşına kendimi kuşlukta zehir gibi
doğusu çöktü ezberimdeki son surelerin
batısına kaçtım saçlarım kırıldı
tedbiri elimden bıraktım

kağıt kanı kadar beyaz acılar çürüyor kapımda
sabahı boğazlayan bir ikindi ve allahın eli
etekleri tutuşan annelerini bırakıyor kuşkunun
tırnakları gövdeye geçtiği zaman
ruhun gemisi aklıma oturacak ağır ağır
dağın ciğerine işleyen köklerden çıkarken
kurumuş büklerin içinde etime yazılıyor şu cümle
çıkılan cehennem sadece aşktır
tedbiri dilimden bıraktım

güney yüzü
bu yüze güney acısı değdi
bu yüzü güney acısı eğdi
bu yüzü güney acısı
bu yüze gün
ey

k/aç gerçek d/okunsa bütün ölü dilleri
konuşacak ağzımdaki yara derin tarihten
kitap ve kadın yani allahın şah ve mat eseri
yeni soğulmuş kuyusudur dipleri gecenin tayfında
kendimi hangisine atsam bir ucu kapalı dehliz
bir ucu kelime
lime lime

birayetiniyorbir yetiniyorbirayet
yalnızlık amcadan daha baba yarısıdır
kavlatır
s
e
s
içimi

Başkalaşım...

arasak bulamayız gölgemizi
hangi suya baksak namevcuduz. (c.s tarancı)


/

damarlarımdan
çalımlı ırmakların gökyüzüne değdiği yerde
vaz geçtim.
bi’bahar sabahıydı (anımsıyorum)
kumruların sustuğu bi’sabahtı.
çalımlı ırmaklar gökyüzüne boşalıyordu. gördüm. utandım.
damarlarıma baktım
aynı tonda akıştılar. gökyüzü gibiydi içim.
aynı ıslaklıktılar aynı genişlik
biri birine karışıyorlardı
da ben kaçırıyordum aklımı.
kuşların kanatları vardı. herkes bilir bunu. ama ben içimdekileri diyorum:
kanatsızdılar. gördüm. kıskandım.

geriye doğruydu her şey.
suyu tekmeleyen bir çocuktum da sanki bi’kadının rahmini oyuyordum.
mezar kazıcılar
günahlarımın affı için dua ezberliyorlardı: yüzüme bakarak.
tef sesi gerginliğinde
kanun sesi katılığındaki yüzüme.

geriye doğru bi’akışta bütün ırmakları kanımdan geçirdim
neye baksam iğdiş edilmiş masal kokuyordu her şey:
çizmeli kedi kırmızı başlıklı kızın ırzına geçiyordu.
altı cüce kurtla dansa başlıyordu.
yedincisi rapunzelin peşinde.
ben vaz geçiyordum damarlarımdan
her şey kör kütük karışıyordu diğerine.

balonu üf’leyen çocuktum da sanki bi’kadının nefesi ile uzuyordum göğe.

vaz geçtiğimi sanıyordum damarlarımdan.
“hiç olmadılar ki vaz geçesin” diyene dek onlar.
onlar ki yüzümde buhurdan ve efsunla türlü çengideydiler.
dert ehliydiler sonra: “armudi kemençe sesi kadar yoksun” dediler.
“ben yok olansam siz kimsiniz” dedim.
sustular. kanatları vardı.

çocuktum sanki. bi’kadının yüksek topukları ile kanatıyordum masalları.
uzayan saçlarının kurtarıcılığını
eril bi’güce bağışlıyordu rapunzel.
kendisini kurtaranın kendisi olduğunu bilmeden!
çocuktum. kadınlığa özenen bir ruj rengiydim her yere bulaşan.
kendimi yok sayıyordum da böylece kendim oluyordum!
“hiç olmadın ki yok sayasın” diyene dek onlar.
rapunzel kesiyordu saçlarını.

durdum.
gece oluyordu.
her şey olmaması gerektiği zamanlardaydı.
yağ döken bi’çocuktu kumru: sesindeki yakarıştan anlıyordum.
yüzümde kıptî: “geceler dişidir” diyordu. ben gündüz oyunuydum.
udi
tanburi
kanuni
çekip gittiler yüzümden
flüt sesi kararsızlığında kanatları vardı.
gece oluyordu:
bi’ırmaklara baktım. bi’göğe
damarlarım mı?
onu boş verin:
kendimi ayak parmaklarımdan astım!
hiç (bu kadar dişi) olmamıştım/


/ela dincer

08.03.2008

Ve Artık Hükmü Kalmayacak Ölümün...

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Dylan Thomas

Ölümsüzler...

Yeryüzü ovalarından tüter gelir sürekli
Çıkar yukarılara yaşam dürtüsü ulaşır bize,
Diz boyu sıkıntılar, yaşam kıvancının esrikliği,
İdam mahkumlarının son yemeklerinin kanlı buğusu,
Şehvetle titremeler, tutkular sonu gelmeyen,
Katil elleri, vurguncu elleri, elleri dilencilerin,
Korkunun ve açlığın kamçısı altında insan sürüsü
Tüter bunaltıcı ve çürümüş, hoyrat ve sıcak,
Solur mutluluğu ve vahşi kızışmışlıkları,
Yer kendi kendini, kusup atar sonra içinden,
Savaşlar üretir ve güzel güzel sanatlar,
Alev alev sevinçten çatılmış evi süsler hayallerle,
Tıkınmalar yiyip yutmalar ve orospuluklar1a geçer
Göz kamaştırıcı sevinçleri içinden çocuk dünyalarının,
Herkes için yükselip çıkar dalgalardan taptaze,
Dağılıp dökülür, pisliğe dönüşür gün gelir.

Oysa bizler bulduk birbirimizi
Yıldızların aydınlattığı buzunda havanın,
Ne gündüz biliriz ne saat tanırız,
Ne erkeğiz ne kadın, ne genç ne de yaşlı.
Günahlarınız ve korkularınız,
Cinayetleriniz ve şehvet dolu hazlarınız
Bir oyundur bizim için dönüp duran güneşler gibi,
Her geçen gün en uzun gündür bizlere.
Saçma yaşamınıza bakar, sallarız başımızı,
Gözlerimiz dönüp duran yıldızlarda
Soluruz evrenin kışını,
Dostuz gökyüzü canavarıyla,
Soğuk ve değişimsizdir sonsuz varlığımız,
Soğuk ve yıldızsız sonsuz gülüşümüz.

Hermann Hesse...

Sidik ve Zambak...


içimden bir şiir geçti nine
sidik ve zambak* kokulu bir inilti
bildiğim tüm duaları okudum
bilmediğim bir dille yalvarmalıyım belki de…

ne yapsam nereye gitsem
değişmiyor etrafımdaki yüz metre kare
insanlar terliklerim gibi değil ki
bıraktığım hiçbir yerde bulamıyorum dönünce…

kocaman bir boşlukta duruyorum metanetle
daha da kocaman bir boşluktur taşan içimden içime…

temiz su ve tuz kalıntıları var derdi ceddim köklerinde
sızıntılarında irinli bir hal varsa da şimdilerde
büyüdüm
büyümekten hazzetmeyerek
akranlarımın tümü riyakârmış diyerek…

gözlerimde sahnesi düşmüş oyuncu suskunluğu
ne maviyi arayan, ne maviye inanan
adı yok hiçbir soykırımın düşlerimde
soyundukça genişliyor beşer
daha da utanır oluyorum insanlığımdan
giyindikçe benziyorum çokca size
soyumun suskun rezilliğine…

yaşamak içi doldurulamayan ırgat bir kelime
yaşamaktansa her işi yapardım ölgün ellerimle

içe kıvrık bir deliyim dikenlerimle
tenim zift, yüzüm çamur, beynim katran öfkede
oysa siyahın bile bir ışıltısı var bakmasını bilene

tufandır suskunluğum
kelimeler var dünyayı açıklayan
dünyamı anlatamıyor hiçbir kelime
öyle çok üşüyorum ki
pahalı gocuklarıyla fildişi kulelere çekiliyor efendiler
molozların altında can veriyor bebeler
kızların bekareti asılıyor direklere
gökte bir yıpranmışlık, mavide bir saçmalık
çöplerde pazartesi uğultusu
tabutumda ayva çiçekleri
ötelerde bir kenti yıkıyorlar
direnen tek dağ yok
bayağıdır izleyenler
öyle çok
öyle çok üşüyorum ki…
kıyamet alameti, kıyım ve emanetleri…

bırak bunları diyor ses,
uzandığında
uyumalısın
yoksa su olup aksan faydası yok kirine
ödev ödev üstüne…

doğayı öğütlüyor fetva
tüm bildiklerimi tasnif edip, bilmediklerime tutunuyourm itikatsizce
evcil bir sürüngenim artık
vaktinden evvel kuruyup ölecek
sizse, ne çüreyen tohumu görmezden gelebiliyorsunuz
ne de tohuma ihtimam gösterebiliyorsunuz
“biz”e ait olandan uzak kalmanın çaresizliğiyle
kaçıyorsunuz…

oysa
hiçbir zaman hudutlarım olmadı benim
sesimi duymadınız, fısıltım civarsız mı
denizanası bedenim kaygan, inandınız mı
bir çivi değse kapanırdı yapraklarım
değil onurdan, gururdan insan icadı namustan
yelemde oynaşan geçmiş zaman yaratıklarından
korlarımda köze düşen burçaklardan
tarlalarımdaki yangından…

yüzüm eski
öyle çok
öyle çok üşüyorum ki…

insan insan için kurttur**
her ne kadar kurtlar sofrasında bir parça et de olsam
bu insan olmadığım anlamına gelmez benim de
o yüzden,
çehremi kendi karanlığıma gömüp
affediyorum hepinizi
affedin beni siz de…


içimden bir ses geçti nine
uzaklaş diyor uçurumdan iterken itce
acımasız olmak farzdır kinine
yalnızlık sakin kılmaz ruhunu
öfke kimsesiz taşları sarar en çok

İçin dışına çıkar
Ölürsün
Birkaç bin kez ölmek gibisi var mı

illet, terkedilmez yönsemen kıvrımlarında
ulaşmak, niyetinde kuşkulu dönüm
yolculuğun, aksi bir serüven gelişine
varlığın, tahammülsüz unutuş

Dışında aciz
İçinde sekiz
Ölürsün
Çürüdüğünü ve daha da beter kokmakta olduğunu bilerek…

şimdi
bu kezzabımsı paradoksları
ince bir ışıkta yıkık kaşlarına sor
en büyük sualleri sırala sıkıca düğümlerken urganı
buradaydım yaz şiirlerinle bir yerlere
tek izdüşümün bu kalsın
adın ve üzerinde dünya yılı yazılı mezar taşın

geride kalan hiçbir şey yıldırmıyor gidesi olanı
ne yelkovan, ne akrep, ne tıngırtısı
ne soğuk
ne sahipsiz kalmışlığın
casaretim diyorsun
insanlığım olsa
ölürdüm
birkaç bin kez ölmektense, bir kerede şereflice..


içimden bir ölü geçti nine
kötü ve karamsar diyorlar onlar kendi dillerinde
oysa konuşmuyor ki o kimseyle

içimden bir şiir geçti nine
sidik ve zambak kokulu bir inilti
yine yüreğimin yıkıntılarında tozlanacak sessizce…

(Bir; delilik de, bilgelik de!
Bilge aydınlığa koşarken, deli karanlığa koşuyor, oysa ikisinin de vardığı yer bir, tüm dünyada ıstırap ve acı içinde bilgelik öğreniliyor, ama aciz bedenler hep aynı yere konuyor!
İhtiras da; her ülkede, her vakitte, her beşer kemiğinde
bir!
aslolan yolculuk
ki o da sidik ve zambak kokulu zehir…)


Ömür Hihan Akçalı...


*Neruda
**Hobbes
2004 Nisan / İzmir

Salıncak...

I

Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?

Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni ölümü taşımaya

Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik.


II

Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertenkele... onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun... Biz buna benzer her şey diyoruz, her şey her şey
her şey
Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağlar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kıyılardan katılaşmış akşamüstleri
Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal. O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak unutmak unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz

Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Yer değiştirmek ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?


III

Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
"Önce hep gece vardı" diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!
Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Ona bir salıncak!
Tam burda
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri -bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa... korkunç!

Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa


IV

İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de... Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar
İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya
Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da
Günler de, zamanlar da
-Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta.

Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

Tanrım size bir salıncak!

Edip Cansever

...

Zaman yok, anestezi yok, anestezi yok…

Kaçamazsın… Koşabildiğin kadar, koştuğun mesafedir kaçış… Ya sonra?..
Anestezi yok, anestezi yok, yara iltihap kapacak… Kapsın, tuz bas yaraya… *"Acı bakidir" tuz bas… Farkındalığın sadece acın olsun… Farkındalığın sadece o an(ı)n olsun… Ne var ki, tuz da bir yere kadar… Alıştın ne de olsa… Tuzun acısı geçti… Yara biraz kapanır gibi oldu… Oh rahatladın… Bir süreliğine nefes alabilirsin artık… Taa ki duyduğun her müziğin sesinde sızı sızı o sarımsı iltihabın akana kadar… Zaman mı?.. En iyi ilaç ha.. Pehh…

Al eline neşteri… Kan kokusu ağırdır, ama insanın kendi kokusundan ağır değildir… Akan kanın veya iltihabın altında ne var bakalım… Delik deşik edelim organları.. Temizleyene kadar kurcala… Bırak temizleyene kadar kanasın… Belki travma geçirip bitkisel hayata gireceksin… Geçir… Kalır sana iki seçenek… Ya bu operasyondan sağ salim çıkarsın, ya da ölürsün… Sağ salim kalmayı başarabilirsen; acınla yaşamasını, yeri geldiği zaman tebessüm etmesini de öğrenirsin… İster iyi, ister kötü olsun… Düştün, izi kaldı… Sadece o kadar…

* "Acı acı sövdüm sonra, yüzümü kırbaçlayan rüzgara..."

Yitikmavi



* Feelozof
* Haramiler/Mavi Duvar...


Not: Sevgili Feelozof'un Yarık Kafa adlı yazısına istinaden anlık dalış...

Körebe...



İlk kadehi şerefine kaldırıyorum
Son kadehin şerefsiz dediği

Bunlar hep gece yarıları oluyor - yirmidörtlerde
Susuk bir yalnızlığım oluyor - anasonlu
Sen aslında yoksun ama gözlerin var
Ama gözlerinin kalleş seslenişi var yol ağızlarında

Bu kentler dufy’den böyle
Böyle çıt kırıldım böyle korkak
Sonra bütün ışıkları söndürmek işten değil
Ellerini ayaklarını mesela -yani seni- işten değil
Biz nasıl olsa hiçiz biliyorsun - olan çiçeklere oluyor
Biliyorsun bir yumduk mu gözlerimizi açmamacasına
Olan gökyüzüne oluyor - kahrımıza yetmiyor maviliği

Ya da ellerini sallama rıhtımlarda
Dudaklarını ısırıp ısırıp ağlama yenileceğim
Üstelik son yenilgim olacak haberin olsun
Bu bir kaçış değil - bir kurtuluş hiç değil
Belki de bir arayış bir körebemsi yaşantıda

İyisi mi indir perdelerini - bir başına çoğalırsın

Erdoğan Çokduru

Barut Kokusuyla Hesaplaşma...


Suskunluk bazen en büyük sesleniştir
Coşku çırpıntılar toplamı değil
Öfkeyi aklın kınında büyütmektir

Belki bir rastlantı fısıldar ayrılığı
Belki etimi kemiğimi talan eden sızıyla
Esmer gün sağanak halinde

Neyeydi bu kendini bilmez sancılar damarlarımdaki
Ve neyeydi iblislerin hıncı
Bekleyişimin içine sarkan

Aynı üzgün yürekler emziriyor
Pıhtılaşmayan direncimizi
Aynı akıntı aynı gümbürtüyle
Aynı çağlayandan

Gül değmemiş gözbebeklerine
Kurşun yaraları düşer ömrümün.

Kaan İnce